Onu okumak, karanlıkta ansızın eline tutuşturulan bir hazineyi bulmak gibi.
Hannah Arendt benim için yalnızca bir düşünür değil; düşünmenin, kendi vicdanınla baş başa kalmanın ve eyleme geçmenin ne kadar yaşamsal olduğunu hatırlatan bir ışık.
Onun düşünme ile kötülük arasında kurduğu o derin bağ —kötülüğün düşüncesizliğin ürünü olduğunu söyleyişi— yıllardır hem sarsıcı hem de yol gösterici bir uyarı olarak içimde yer ediyor.
Onu anlamak da anlatmak da hiç kolay değil. Felsefi derinliği, kavramlara kazandırdığı yeni anlamlar, çağının ötesine geçen sezgisi, dışlanmayı göze alarak sürdürdüğü düşünsel cesaret… Bunların hepsi onu okumayı hem büyüleyici hem de zorlayıcı kılıyor.
Arendt’in en dikkat çekici yönlerinden biri, yaşadığı dönemin olaylarına aynı anda siyasi, felsefi ve sosyolojik açıdan bakabilmesiydi. Bu çok katmanlı yaklaşım nedeniyle çoğu zaman yanlış anlaşıldı. Hatta kimi çevrelerde bilinçli olarak saptırıldı. Nazizmin yol açtığı büyük felaketin ardından herkes tepkiyle doluyken, o yalnızca tepki vermekle yetinmedi; kötülüğün nasıl mümkün olduğunu, hangi toplumsal ve düşünsel arka plan üzerinde filizlendiğini anlamaya çalıştı.
‘’Totalitarizmin Kaynakları’’ isimli eserinde antisemitizm, totalitarizm ve emperyalizm alt başlıklarıyla bu karanlığı en çıplak haliyle inceledi.
Bir Yahudi olarak dönemin sıkıntılarını bizzat yaşamış da olsa, Arendt’in amacı sadece acıya tanıklık etmek değildi; kötülüğün mantığını çözmek istiyordu.
Bu yaklaşımı ise özellikle ABD’deki Yahudi entelektüeller tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Onlara göre Arendt, soykırımın bilinçli kötülüğünü hafife almış, Eichmann’ın suçlarını normalleştirmişti. Dahası, Yahudi Konseyleri’nin bazı uygulamalarının farkında olmadan Nazi yönetimini kolaylaştırdığını söylemesi öfkeyi daha da büyüttü.
Hal böyle olunca Arendt hiç bir tarafa yaranamadı. Zaten bir tarafa yaranmak gibi bir kaygısı da olmamıştı hiç. Yahudiler arasında bazı çevreler onu "kendinden nefret eden Yahudi olarak" tanımlarken o: "Ben yahudi halkına bağlılığımı hiçbir zaman kaybetmedim; ama düşünme özgürlüğümü de kimseye teslim etmem" diyerek çizgisini korumuştu.
Arendt herkesin gördüğünden fazlasını gören bir düşünürdü. Gördüklerini ise ahlaki cesaret ve kararlılıkla savunmaktan geri durmadı. Herkesin tek bir boyuttan bakmayı başarabildiği bir yerde anlaşılmaması normaldi.
Bugün ne kadar anlayabiliriz ondan da çok emin değilim.
Onun ölüm yıldönümü, yalnızca önemli bir düşünürün aramızdan ayrılışını değil, düşünmenin, insan olma sorumluluğu olduğunu yeniden hatırlama gerekliliğini beraberinde getiriyor. Çünkü Arendt’in düşüncesi, yaşadığımız, karanlıklarla karşı karşıya kaldığımız her anda kendini yeniden hatırlatıyor.
Şüphesiz ki onun hayatında düşünmek, düşünmekten fazlasını ifade eder. Tüm değerlerini, hayata karşı duruşunu ve fikirlerini düşünme kavramı üzerinden geliştirir.
Öncelikle düşünmenin tanımlanmaya çok uygun olmayan yapısından dolayı, onu tanımladığı düşünülen belirlemelerden kurtulmak gerektiğine işaret eder Arendt. Yani düşünmenin ne olduğundan ziyade ne olmadığı üzerinden yaklaşır kavrama.
Ona göre düşünme, sorunları çözen sihirli bir değnek değildir. Bilakis hayatı daha sorunlu ve dayanılmaz gösteren bir karmaşadır. Düşünme, zorlu, karmaşık ve yorucu bir süreçtir. Düşünmek zordur çünkü insan kendisiyle yüzleşir. Düşünmek insanın bahanelerini yok eder ve onu sorumluluk almaya zorlar. Düşünmek rahatsız edici ve huzur bozucudur. Bu yüzden çok az insan gerçekten düşünür.
Peki düşünmediğimizde ne olur?
Arendt’a göre düşünmek yalnızca entelektüel bir faliyet değil, etik bir zorunluluktur. Onu benim hayatımda önemli bir yere taşıyan, işte bu basit ama çarpıcı hakikati, hayatının en önemli yerine koymasıdır. O, tüm çalışmalarını bu kavramın yol açtığı sonuçlar üzerine şekillendirir. Eichmann davası ile ilgili duruşma raporlarının 1963’te yayınlanmasından sonra The New School for Social Research’te verdiği konferanslar ve 1971’de yazdığı ‘’Düşünme Etkinliği ve Ahlaki Değerlendirmeler’’ makalesi ve yazdığı kitaplarında olduğu gibi, bir çok çalışmasında düşünmenin kötülük ile ilgisini tartışır.
Ona göre insanın başına gelen her şey, düşünmeme eylemiyle başlar.
Düşünmemek eylemsizliğe, eylemsizlik kötülüğe, kötülük ise daha büyük kötülüğe dönüşür.
Kötülüğün Sıradanlığı: İnsan Düşünmeyi Bıraktığında Karanlık Başlar
Arendt’in en çok tartışılan kavramı olan ‘‘kötülüğün sıradanlığı’’, aradan geçen yıllara rağmen ürkütücü bir açıklıkla güncelliğini koruyor.
Zaman zaman, Arendt bugünleri görseydi kim bilir ne düşünürdü diye merak ederim. Çünkü günümüzde kötülük artık sadece büyük politik olaylarda değil, gündelik hayatın içinde…
Üstelik kötülüğün kötülük olduğunu bilmek, yani farkında olmak bile, onun dışında kalmaya yetmiyor. Arendt muhtemelen bu ‘‘normalleşme’’ halinin insanların düşünmeden, sorgulamadan, ve eleştirmeden içinde yaşadığı bir ‘‘gündelik kötülük’’ formuna evrildiğini vurgulardı.
Artık daha görünür ve daha yaygın kötülük… Ama sonuç değişmezdi ya da şöyle ifade edeyim: Arendt bu normalleşmeyi gördüğünde şaşırmazdı.
O meşhur cümlesinde şöyle der:
“Asıl sorun, kötülüğün bazen büyük canavarlıklarda değil, küçük itaatlerde, bürokratik işlemlerde ve günlük alışkanlıklarda nasıl kök saldığıdır.’’
Arendt bu cümleyle yalnızca 20. yüzyılın büyük totaliter rejimlerini değil, günümüzün daralan kamusal alanlarını, suskunluğa zorlanan toplumlarını, itaat kültürünün kutsandığı zamanları da öngörür.
Arendt, kötülüğün çoğu zaman “şeytani” bir iradeden değil, düşünme yetisini askıya almış insanların rutinlerinden beslendiğini söyler. Ne kadar tanıdık değil mi? Bu yüzden Eichmann’ın portresi, tekil bir kişinin değil, modern çağın aynasıdır aynı zamanda.
“Eichmann’ın en çarpıcı yanı aptallığı değil, düşüncesizliğiydi.”
İnsanlar Nazizm döneminde yaptıkları kötülükleri canavar oldukları için değil, belki de kendilerini sadık bir yurttaş olarak hissettikleri için, kendilerine verilen buyrukları düşünmeden, sorgulamadan, görev duygusuyla yerine getirdikleri için yaptılar.
Tıpkı Eichmann’ın savunmasında ifade ettiği gibi: ‘‘Ben sadece bana verilen görevleri yerine getirdim, yasaları uyguladım.’’
Yani milyonlarca insanı toplama kamplarına gönderen, orada işkence ve katliama dönüşen bir kötülük onun için yasal bir görevdi.
Eichmann örneğinde gördüğümüz gibi, kötülüğün sıradanlığı, bireylerin düşünceyi terk etmesiyle başlar; insanın kendi vicdanıyla olan diyaloğu sustuğunda kötülük sıradanlaşır.
Bu uyarı, bugün hâlâ çok yerinde!!
Bir toplum düşünmeyi bıraktığında, yani bireyler kendi vicdanlarıyla olan o içsel diyaloğu susturduğunda, kötülük sıradan bir norm haline gelir. Ve işte o zaman, hiçbir şey artık olağan dışı görünmez. Günlük hayatın içinde küçük haksızlıklar, göz ardı edilen adaletsizlikler, normalleştirilen davranışlar kötülüğün bir parçası olur. İnsanlar bu tür durumları kanıksadıkça olağan dışı olan her şey sıradanlaşır ve toplum bu sıradanlığı fark edemez hale gelir.
Kamusal Alanın Çöküşü: Sessizliğin Politikleşmesi
Arendt’in belki de en umut verici ama aynı zamanda en kırılgan kavramı kamusal alandır. Ona göre insan, ancak başkalarıyla birlikte olduğu, konuştuğu, tartıştığı, görünür hâle geldiği yerde tam anlamıyla insandır:
“İnsanın dünyadaki varlığı, görünür olduğu ölçüde gerçektir.”
Kamusal alan yalnızca bir fiziksel mekân değil; sözün eyleme dönüştüğü, fikirlerin dünyayı şekillendirdiği bir ortak yaşam sahasıdır. Fakat kamusal alanı yok eden şey yalnızca baskı değil; insanların konuşmayı bırakması, geri çekilmesi, görünmezliği kabullenmesidir.
Bugün seslerin kısıldığı, hakikatin bulanıklaştırıldığı, eleştirinin tehdit gibi damgalandığı her yerde Arendt’in şu cümlesi yankılanıyor:
“Gerçek, gücü tehdit eder; çünkü güç, hakikati susturmaya ihtiyaç duyar.”
Arendt’e göre totalitarizm yalnızca rejimler üzerinden açıklanamaz. Asıl tehlike, insanların kamusal alandan çekilmeye alışmasıdır. Alışmak, Arendt’in analizlerinde sessiz ama ölümcül bir başlangıçtır.
Totalitarizme Karşı Duruş: Bir Düşünme Etiği
Arendt, totalitarizmin yalnızca politik bir fenomen değil, insan doğasının kırılganlığı üzerine kurulu bir yıkım biçimi olduğunu söyler. Onu farklı kılan şey, totalitarizmin nasıl adım adım, görünmez bir şekilde toplumsal dokuyu ele geçirdiğini göstermesidir:
“Totalitarizmin özü, insanları gereksiz kılmaktır.”
Bir insanın düşünmeyen bir makineye, bir bürokratik parçaya dönüşmesi…
Kamusal alanın çökmesiyle birlikte bireyin yalnızlaşması…
Korkunun normalleşmesi…
Tüm bunlar Arendt’in analiz ettiği sürecin doğal halkalarıdır.
Dahası, Arendt, tarihteki en büyük dehşetlerin, “başkası için düşünme zahmetine katlanmayan insanların” dünyasında mümkün olduğunu vurgular:
“Düşünmek, her koşulda kötülüğe karşı bir direniştir.”
Bu yüzden Arendt’i anmak, bir teoriyi tekrarlamak değil, bir etik sorumluluğu hatırlamaktır. Düşünmek, bir lüks değil, bir zorunluluktur.
Arendt’in Ardında Kalan Miras: Direniş Olarak Düşünmek
Onun ölüm yıldönümünde geriye dönüp baktığımızda, Arendt’in aslında bize üç şey bıraktığını görüyoruz:
1. Düşünmek bir zorunluluktur.
Çünkü düşünmeyen insan, kendi kötülüğünü bile fark edemez.
2. Kamusal alan olmadan insan eksiktir.
Çünkü ancak birlikte konuştuğumuzda, konuşabildiğimizde insanlaşırız.
3. Hafıza bir direniştir.
Çünkü unutmak, kötülüğün yeniden doğmasına izin vermektir.
Arendt, bir çağın yalnızca tanığı değil; aynı zamanda geleceğin uyarıcısıdır. Bu yüzden onun ölümü bir son değil, bir sorudur:
“Bugün düşünmekten vazgeçtiğimizde aslında neyi kaybediyoruz?”
Belki de bu soruya vereceğimiz her cevap, totalitarizmin gölgesini biraz daha geriye iter. Arendt’in sesi, tam da bu yüzden hâlâ çağrısını sürdürüyor:
“Hiçbir şey düşünmenin yerini tutamaz.”
Arendt’i bugün anmak, aslında kendimize şu soruyu yeniden sormak demek: Bir toplum düşünmeyi bıraktığında ne olur? Onun uyarıları, özellikle de kötülüğün sıradanlığına dair söyledikleri, içinde yaşadığımız dönemin gerçekliğine hâlâ tokat gibi çarpıyor. Bu yüzden Arendt benim için sadece geçmişin büyük bir düşünürü değil; bugünü anlamamı, olan biteni sorgulamamı sağlayan eşsiz bir hazine. Onu okudukça, düşüncenin aslında bir lüks değil, bir zorunluluk olduğunu daha iyi anlıyorum.
Hannah Arendt, düşünmenin kendisini bir eylem biçimi olarak tanımlarken aslında bize en politik çağrısını yapıyordu. Bugün onun mirasına sahip çıkmak, düşünmekten vazgeçmemek ve kötülüğün sıradanlaşmasına karşı sesimizi yükseltmekle mümkün. İyi ki yaşadı, iyi ki yazdı; iyi ki karanlık zamanlarda yolumuzu bulabilelim diye bize ışık tuttu.


























Yorum Yazın