Siyasi ve ekonomik krizlerin yaşandığı 1990’ların ardından 3 Kasım 2002 seçimlerinden AKP’nin zaferle çıkması Türkiye’nin farklı bir döneme girdiğine işaret ediyordu. Milli Görüş gömleğini çıkartıp muhafazakâr demokrat bir çizgiyi benimsediğini iddia ederek kendini meşruiyet zeminine oturtan AKP iktidara gelir gelmez Avrupa Birliği ile uyum çerçevesi içinde reform hareketlerine girişti. Kısa sürede yürürlüğe konulan uyum paketleri neticesinde Ekim 2004 tarihinde toplanan AB Komisyonu Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni ana hatlarıyla karşıladığını kabul etti ve Avrupa Birliği Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlatılması yönünde karar verdi. Ülke içinde Türkiye’nin müzakereye açılan 35 başlığı kısa sürede kapatacağı ve yakın zamanda Avrupa Birliği’nin üyesi olacağına dair bir kanı yaygınlaştı.
Uluslararası finans çevreleriyle uyumlu olarak piyasa ekonomisinin şartlarını benimseyen iktidar, göreceli bir ekonomik büyüme politikası uygulamaya başladı. Hem Avrupa Birliği ile uyum siyaseti hem de ekonomi politikası AKP’nin kendi tabanı dışında, toplumsal olarak orta sağın, ekonomik olarak büyük sermayenin, entelektüel olarak liberal solun desteğini almasına yol açtı. Bunun sonucunda AKP 2007 seçimlerinde yüksek bir oyla güçlü bir iktidar elde etti. Bu dönemde Avrupa siyasetindeki Hıristiyan Demokrat çizgi ile benzer bir siyaset izleyen AKP’nin Türkiye’yi daha demokratik bir çizgiye oturtacağını yalnızca siyaset değil sanat alanında dahi savunanlar vardı.
AKP iktidarının ilk dönemine dair sanat alanındaki bu yazının başlığıyla ilgili en sembolik gelişme İstanbul Modern’in açılmasıdır. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tahsis ettiği kamu arazisi üstünde faaliyet gösteren, Aralık 2004 tarihinde Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin tam üyelik görüşmelerinin başlamasına dair oylamanın yapılacağı toplantının öncesinde AKP iktidarı tarafından erken açtırtılan müzenin yönetim kurulunda ilerleyen dönemde Avrupa Birliği Başmüzakereciliği görevini sürdürecek olan Egemen Bağış’ın olması dikkat çekicidir. Egemen Bağış yakın zamanlara kadar kurumun yönetiminde yer almıştır. Keza AKP ile son günlere kadar yakınlığı bilinen, Recep Tayyip Erdoğan’a aşık olduğunu söyleyen, ilaç sektöründeki faaliyetleri üzerinden Eczacıbaşı Ailesi ile geçmişe dayanan bir ilişkisi olan Ethem Sancak kuruluşundan bugüne kadar müzenin yönetim kurulunda yer almıştır. Dolayısıyla 2023’de Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci ayağından hemen önce Recep Tayyip Erdoğan’ın propaganda programına İstanbul Modern’i alması tesadüf değildir.
AKP’nin ilk döneminde yargının sanat alanına ilk müdahalelerinden biri toplumun dini ve manevi değerlerini aşağılama suçlaması ile değil 9.İstanbul Bienali’nin (2005) Misafirperverlik Alanı programı dahilinde gerçekleşen Halil Altındere’nin küratörlüğünü yaptığı, Serbest Vuruş sergisine yönelik Türk Silahlı Kuvvetleri’ni alanen aşağılama suçlaması çerçevesinde oldu. Aynı sene Karşı Sanat Çalışmaları’nda düzenlenen ‘Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları’ isimli serginin ülkücü bir grup tarafından tahrip edilmesi ise bu dönemin ilk şiddet olayıydı.
Hrant Dink’in öldürülmesinin ertesi günü sanat inisiyatifi PİST///’de sanat alanında emek sarf edenler bir araya geldiler. “Milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet”in yarattığı travma içinde delik ayakkabı romantizminden sıyrılıp yaratıcı bir sonuç çıkartabilmek için tartışmaya başladılar. Cinayetin işlendiği gün olan 19 Ocak 2007’yi omuzlarına yükleyerek kendilerine 19 Ocak İnisiyatifi ismini verdiler. 19 Ocak İnisiyatifi katılımcı sayıları gittikçe azalan buluşmalar yaptı. Saatlerce yapılan konuşmalar, yazışmaların neticesinde inisiyatifin sanatçı katılımcılarının düzenlediği bir sergi geriye kaldı. Sanal ortamda güncel gelişmelere dair çıkan sert tartışmaların da etkisiyle 19 Ocak İnisiyatifi dağılıverdi. Hrant Dink’in cenazesine katılan binlerce insanın “milliyetçi duygularla işlenmiş cinayet”e karşı “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganıyla verdiği karşılığın içindeki cesarete, harekete geçirilmeye yönelik isteğe Türkiye’nin sanat çevresi maalesef kayda değecek bir katkıda bulunamadı.
AKP’nin 2007’de başlayan ikinci dönemi ile Türkiye’nin aslen daha demokratik değil daha muhafazakâr bir çizgiye girmiş olduğuna dair farkındalık yaygınlaşmaya başladı. Bu dönemin dikkat çeken olaylarından biri Hafriyat grubunun 2007 yılının Kasım ayında düzenlediği ‘Allah Korkusu’ sergisiydi. Vakit gazetesinin ‘Küstah Sergi’ başlığı ile yayınladığı provokatif haber neticesinde sergiyi korumaya gelen polislerin sergide yalnızca dini ve manevi değerlerin değil Atatürk’ün de ‘aşağılandığını’ tespit etmiş olması resmi ideoloji ile AKP ideolojisi arasında henüz bir geçiş dönemine işaret etmekteydi. Nitekim aynı yıl düzenlenen 10. İstanbul Bienali de bu döneme dair çarpıcı bir örnekti. Hou Hanru’nun bienalin kavramsal çerçevesini açıklarken yazdığı satırlar Türkiye’de çeşitli çevrelerden tepki topladı. Bu tepkilerden en öne çıkanı ise Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazan Erkmen’in 131 öğretim görevlisinin imzası ile yayınladığı bildiriydi. Söz konusu bildiride Hanru’nun Kemalizm’e getirdiği eleştiri hassas dönemlerden geçildiğine işaret edilerek kınanıyordu. Bazı öğretim görevlileri bu kınama bildirisinden haberdar olmadıklarını ve imzalarının geçersiz olduğunu belirtmiş, İKSV söz konusu bildiriye karşılık bir açıklama yapmış, çeşitli sanatçı ve kültür insanlarının da katılımıyla oluşan polemik neticesinde bienal Türkiye’nin gündeminde kendine yer bulmuştu.
Eylül 2010 tarihinde Tophane’deki sergi açılışlarına alkollü içki içiliyor bahanesiyle yapılan saldırılar yeni dönemin en çarpıcı örneklerindendi. Bu doğrudan şiddet olayında saldırganları anlayışla karşılama gayreti gösteren sanat insanları oldu. Nitekim o dönemin en moda konusu “mutenalaştırma”ydı. Saldırılarda haklılık payı olduğunu iddia edenlere göre Tophane’de yaşayan insanlar kendi yaşam alanlarını koruyorlardı. Orhan Taylan’a göre ise o yaşam alanı 6-7 Eylül Olayları neticesinde İstanbul’u terk eden azınlıkların boşalttığı evleri gasp edenlerin oluşturduğu yaşam alanıydı. İlerleyen yıllarda Tophane bölgesinde sadece sanat kurumlarına karşı değil başka yerlere de saldırılar devam etti. Tophane saldırılarından kısa süre sonra Başbakan Erdoğan, Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’nı ucube olarak nitelendirip belediyenin heykeli yıkacağını söylediğinde gidişat iyice belirginleşmeye başladı. Nitekim İnsanlık Anıtı Haziran 2011’de parçalanarak yok edildi. Bu olaya karşı sanat kurumları herhangi somut bir tepki ortaya koymadılar. 2011’in Aralık ayında İçişleri Bakanı sanatçıları terörün arka bahçesi ilan ettiğinde Türkiye’nin sanat alanındaki aktörleri ilk kez iktidara karşı ortak bir tavır ortaya koyabildiler. Şüphesiz ulusalcı muhafazakârlar da meydanı boş bırakmıyordu. 2011 yılının Temmuz ayında Beyaz Art ve Time Out Dergisi tarafından düzenlenen “Yaz Sergisi”ne dair Aydınlık Gazetesi’nde “Anıt Türbe Provokasyonu” manşetiyle Extramücadele’nin “Eklektik Osmanlı Mimarisinin Anadolu’daki İç Huzura Katkısı ya da Halk Arasındaki Adıyla Mustafa Kemal’in Türbesi” isimli işi hedef gösterildi. Bu haber üzerine serginin düzenleyicileri işi sergiden kaldırdılar. Extramücadele ve beraber çalıştığı kurum Galeri NON bu olay üzerine yayınladıkları bildiride şöyle diyorlardı: “Bugün Türkiye'de çağdaş sanatın varlık nedeni hepimizin özgürlük alanını genişletmektir. Ortaya çıkan her resim, heykel ve film, tutuculuğa ve baskıya karşı durabilmeyi hedefler. Konularını ortak bilinçaltı dogmalarından seçen Extramücadele'nin amacı tahakküm altındaki hayal gücümüzün özgürleşmesidir. Bu özgürleşme, insanlar üzerinde baskı mekanizması kurmak niyetiyle bilerek kutsallaştırılmış ve asla kutsal olmayan kavramlardan kurtulmamızı sağlayacak. İnsanların hayal gücü üzerinde kurulan baskı sona erecek.”.
Milliyetçi muhafazakârların sanata müdahalesine en çarpıcı örneklerden biri de 2016 yılında yaşandı. Erbakan Vakfı üyesi olduklarını iddia eden 20 kişilik grup, Contemporary Istanbul’un açılış gününde II. Abdülhamid’i aşağıladığı gerekçesiyle Ali Elmacı‘nın heykelinin bulunduğu Şilili galeri Isabel Croxatto‘nun standını bastı. Çıkan tartışmaların sonucunda Elmacı’nın işi depoya kaldırıldı. Fuar yönetimi yaptığı açıklamada olayı yumuşatarak bir grubun hassasiyetini bildirdiğini söyledi.
Türkiye’de ilk sanat fuarı 1991 yılında, o dönem Hüsamettin Koçan’ın başkanlığını sürdürdüğü Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Türkiye Şubesi tarafından ‘1.İstanbul Sanat Fuarı’ adıyla düzenlendi. Sanat Galericileri Derneği, TÜYAP, İKON Fuarcılık gibi kurumların zaman içindeki farklı işbirlikleri ile Türkiye’deki sanat ortamının köklü bir fuar organizasyonu birikimi oldu.
İlki 2013 yılında Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen Artinternational, uluslararası olmaya yönelik profesyonel yaklaşımıyla diğerlerinden farklı bir anlayış ortaya koymuştu. Fakat gerek Contemporary Istanbul’un karşısında bir rakip görmek istememesine yönelik girişimleri gerek Türkiye’nin o yıllardaki konjonktürel durumu Stephane Ackermann’ın sanat direktörlüğündeki Artinternational’ın uzun soluklu olmasını engelledi.
1990’lı yıllarda SHP’li Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın, 2010’lu yıllarda ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün danışmanlığını yapmış olan, 2007’den beri sanat fuarı Contemporary Istanbul’un işleyişinin kilit isimlerinden Hasan Bülent Kahraman 2015 yılında ‘Bakmak Görmek Bir de Bilmek; Çağdaş Sanat Dünyasında Hayatta Kalma Kılavuzu’ isimli bir kitap yayınladı. Hasan Bülent Kahraman’ın bu vesile ile 16 Haziran 2015 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek ekinde Güliz Arslan imzalı bir röportajı yayınlandı. ‘Bu 9 maddeyi bil, ortamlarda çağdaş sanattan anlıyorum diye dolaş’ başlıklı röportaj entelektüel olarak zorlanmadan çağdaş sanat alanında var olabilme taktiklerini okuyucularına veriyordu. Röportajı yapan Arslan, Hasan Bülent Kahraman’ın anlattıklarından yola çıkarak çağdaş sanattan anlıyor gibi görünmek isteyenler için rehber niteliğinde bir yazı kaleme aldığını söylüyordu. Birkaç çağdaş sanat yapıtını bilmeniz, elinizin altında bir sanat dergisi bulundurmanız, sanat dedikodularından haberdar olmanız ve bienal veya sanat fuarına gitmeniz çağdaş sanat dünyasında hayatta kalmanız için kâfi. Söz konusu röportaj çağdaş sanatın içerik bakımından ‘zararsızlaştırılarak’ tüketim kültürünün at koşturduğu eğlenceli bir alana dönüştürülmesinin yazılı ifadesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim Contemporary Istanbul senelerdir azimle bu doğrultuda çaba sarf ediyor. Hasan Bülent Kahraman 2012 yılında Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın icraatlarını alkışlarken Beyoğlu’nun muhafazakâr dünya görüşü sayesinde kurtulacağını iddia etmişti.
Aynı yıl muhafazakâr sanat gibi saçma sapan bir kavramın ortaya sürülmesi üzerine fırsattan istifade muhafazakâr sanata dair bir fuar da düzenlendi. Bu ülke nasılsa muhafazakâr kesim çakmaz diye Erol Akyavaş’ın isminin bir iki harf değiştirilmesi suretiyle imza atılmış kötü Akyavaş taklitlerinin satıldığı bir fuar gördü. Demircan’ın belediye başkanlığı 15 sene sürdü. Peki Beyoğlu kurtuldu mu? Kahraman’a sormak lazım.
2019 yılında Barış Pınarı Harekatı’nın başlamasıyla birlikte Contemporary Istanbul’un sahibi Ali Güreli’nin hangi saiklerle yazıldığı anlaşılmayan uluslararası mektup girişimi hep hatırlanacak. Contemporary Istanbul’un yönetim kurulu başkanı, garip bir görev bilinciyle hükümetin Suriye politikasını destekleyen siyasi bir refleks ortaya koymuştu. Fuar yönetiminin sanatın temel dayanağı olan ifade özgürlüğüne yapılan saldırılara karşı olan duyarsızlığı da şüphesiz ki başka bir siyasi bir tavırdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açılışını yaptığı diğer bir modern sanat müzesi ise Odunpazarı Modern Müze oldu. 2018 yılının Şubat ayında partisinin il kongresi vesilesiyle Eskişehir’de bulunan Erdoğan müzenin temel atma törenine katıldı. Tören esnasında karşısına konulan tuvale Arap alfabesinin ilk harfini yazan Erdoğan’ın bu “eseri” müzenin açılış sergisinde yer aldı. OMM’nin web sitesinde kurumun sürdürülebilirlik manifestosu şöyle başlıyor: “Geçen her yeni günle, gezegenimizi daha zor, bizi daha zorlayıcı koşullar bekliyor. İklim değişikliği, mevsimlerin yok oluşu, yaklaşan su ve gıda kriziyle sadece bilim insanlarının raporlarında değil, kapımızın eşiğinde de karşılaşıyoruz.” Müzenin sahibi iş insanı ve koleksiyoner Erol Tabanca, Polimeks şirketinin büyük ortağı. Nisan 2021 tarihinde gazeteci Murat Ağırel, Yeniçağ Gazetesi’nde üç gün süren bir yazı dizisinde Kanal İstanbul’un yer almasının planlandığı coğrafyadaki tapu hareketliliğini ortaya çıkardı. Ağırel’in araştırmaları sonucu ortaya çıkan bilgiye göre Polimeks Kanal İstanbul projesinin duyurulmasından sonra bölgede toplam 249.780 metrekarelik 14 arsayı satın almıştı. İklim krizi kapımızın eşiğinde diye manifesto ilan eden bir kurumun sahibinin çevre felaketine yol açacak Kanal İstanbul’da ne işi olabilir sorusu günümüz Türkiyesi’nde çok naif kaçıyor.
1 Kasım 2017 tarihinden beri cezaevinde hayatını sürdüren Osman Kavala’nın kurmuş olduğu Anadolu Kültür, bugüne kadar İstanbul, Diyarbakır ve Kars’ta faaliyet gösterdi. Diyarbakır Sanat Merkezi, 2002 yılında kentteki kültür sanat ortamının canlanması amacıyla kuruldu. Gerçekleştirdiği sergiler, söyleşiler, atölyeler ile kente sanatsal bir hareketlilik getiren kurum, 2010 yılında itibaren aylık kültür ve sanat etkinliklerine son vererek uzun soluklu projeler geliştirmek doğrultusunda faaliyetlerini sürdürme kararı aldı. 2005 yılında Kars Belediyesi ile ortak açılan Kars Sanat Merkezi, 2009 yılında belediye kararıyla kapatıldı. Anadolu Kültür’ün İstanbul ayağı olan, 2009 yılında faaliyete geçen Depo ise halen düzenlediği sergilerle güncel sanat alanına önemli katkılarda bulunmanın yanı sıra ifade özgürlüğüne sahip çıkan duruşuyla diğer sanat kurumlarından ayrılıyor. 10. Trans Onur Haftası Sergi Kolektifi’nin “Dön-Dün Bak: Türkiye’de Trans Hareketinin Tarihi” ismiyle Depo’da açtığı sergi, Beyoğlu Kaymakamlığı’nın 11 Temmuz 2024 tarihinde tebliğ ettiği bir kararla yasaklandı. Depo yönetiminin açtığı dava sonucunda İstanbul 19. İdare Mahkemesi, yasak kararının iptaline hükmetti. Kararın iptali üzerine Depo şu açıklamayı yaptı: “Bu sonucu Türkiye’de LGBTİ+ kimliklere ve ifadelere yönelik tahammülsüzlüğün çeşitli şekillerde tezahür ettiği bir dönemde bir umut ışığı olarak yorumluyoruz. Mahkeme kararının da hatırlattığı gibi insan haklarına saygılı bir hukuk devletinde, devletin pozitif ödevi farklı kimliklerin görünürlüğünü yasaklamak değil bu kimliklere saldıranları engellemektir. Bu vesileyle, umuyoruz ki varılan hüküm, Türkiye’de LGBTİ+ hakları ile düşünce ve ifade özgürlüğünün korunmasına dair bir emsal teşkil eder.”
Devlete ve iktidara göbeğinden bağlı Türkiye burjuvazisinin ve sahip oldukları sanat kurumlarının Osman Kavala’yı yalnız bırakması yakın zamanın en utanç verici durumlarından biri olarak tarihe geçecek. Sanat emekçileri ise bugüne kadar Osman Kavala’yı yalnız bırakmamaya çalıştılar. Türkiye’deki ifade özgürlüğüne dair yaşanan baskının yarattığı atmosfer içinde sanat alanı çerçevesinde gerçekleştirdikleri birkaç eylem bile burjuvazinin ve yönettikleri sanat kurumlarının utancına ortak olmadıklarını gösterdi. Hrant Dink’in öldürülmesine karşı bütün iyi niyetlerine karşın somut bir sonuca ulaşamayan sanat emekçileri Osman Kavala konusunda onurlu bir duruş ortaya koyuyorlar.
Son olarak Türkiye burjuvazisinin içler acısı halini anlatan bir anekdot…
9 Eylül 2021 günü bir mahkeme kararı ile Taksim Cami Kültür ve Sanat Vakfı lağvedildi. Taksim’e cami yapıldığı için vakfın bir işlevi kalmamıştı. Recep Tayyip Erdoğan, 1991 yılında henüz Beyoğlu Belediye başkanıyken vakfın kuruluşuna ön ayak olmuş ve çok sayıda iş insanı vakfın kurucusu sıfatını üstlenerek kendisini kırmamıştı. Henüz ilçe belediye başkanıyken Erdoğan’ın gözüne girmek için vakfın kurucusu olan isimlerin arasında Asım Kocabıyık, Vehbi Koç, Rahmi Koç, Sakıp Sabancı, Şarık Tara, Osman Boyner gibi isimler vardı.
Not: Bu yazı daha önce Politik Yol’da yayınlanan ancak sitenin kapanması ile ulaşılamayan “AKP İktidarında Sanat Alanının Siyaset ile Olan Temasına Dair…” başlıklı yazının genişletilmiş ve güncellenmiş halidir. Hasan Bülent Kahraman’a dair kısım ise yine ulaşılamayan “İKSV’nin Yarattığı Krize Dair” başlıklı yazıdan alınmıştır.




























Yorum Yazın