Varlığın gücü, sürdürme yeteneğinde değil, yeniden doğma kudretindedir.
"Yazsam roman olur," diyen o çocuğun cümlesi, zihnimde bir çocukluk şarkısı gibi çınlar. Masum, iddiasız, sonsuz bir olasılığa inanmış. O zamanlar, yaşanmışlığın ham halinin bile bir hikâye değeri taşıdığına dair saf bir güven vardı içimde. Sonra hayat, kendi senaryosunu dayattı; öngörülemez, sert ve hayal ettiğimin çok ötesinde. O çocuğun kurduğu dünyalar, gerçeğin ağırlığı altında parçalandı. Sonrasını anlatmayayım, zira bazı sınavlar kelimelerin taşıyabileceğinden daha ağırdır.
Ve yazı, işte o boşlukta, o ağırlığın altında bir çatlakta filizlendi. Planlanmış, kurgulanmış bir karar değildi bu. Acı çekerken, sevinç anlarında, okul yarışmalarında, sendika metinlerinde, sosyal medyanın anlık dökümlerinde, nihayet adına 'şiir' dediğimiz o kısa, yoğun anlatılarda boy verdi. Bu sızma, bazen bir midenin yanması gibi yakıcı, bazen de bir kahve kokusu gibi sarmalayıcıydı. Yazı, terlemek ya da titremek gibi bedensel bir tepkiydi artık.
Politika, kadın, toplumsal refleksler, üniversitede okumayı hayal ettiğim ve okuyamadığım tarih ve mitolojik olayların özlemi, kitaplar, filmler, sanat... Dertlendiğim her şey, yazının tuvaline sızdı. Peki, tüm bu yazıp çizdiklerimin ardına saklanıp kendime sormaktan alamadığım o can alıcı soru:
Ben, neyim? Kimim? Bir şair miyim? Bir denemeci? Bir aktivist?
Bir yurttaş? Yoksa sadece hayat karşısında savrulmuş, anlamı parçalara bölünmüş bir ses mi?
Bu iç hesaplaşmanın tam ortasında, Ulus Baker'in Akşam Biraz Fazla Kaçırmışım, Ne Serüvendi Ama! yazısı, bir şimşek gibi çaktı. Baker, Türkiye'nin kültür endüstrisini teşhis ediyordu: “Yarım-kültürlülük”, “kısa cümleler, günlük hatırlama rejimince beslenen klişeler”, “fikirsiz edebiyat” ve en önemlisi, eserin kalbinde titreşmesi gereken o “üçüncü şey”in, o taklit edilemez fikrin yokluğu.
Birden, kendi yazı serüvenimle yüzleştim. Acaba ben de, onun eleştirdiği o klişeler denizinde mi yüzüyordum? Parça parça yazdıklarım, bir bütün oluşturmaktan uzak, “yapısız” mıydı? “Neyim?” sorusunun cevapsız kalması, bu merkezi fikrin, bu “üçüncü şey”in benliğimde ve yazılarımda henüz netleşmemiş olması mıydı?
Peki ya siz? Bu satırları okurken, içinizde bir yerlerde “Benim romanım nerede?” diye fısıldayan bir çocuk yok mu?
Baker’in analizi bununla da bitmiyordu. Yayın-dağıtım piyasasının dışında, ona karşı direnç gösterebilmek için en radikal çözümü öneriyordu:
“Doğrudan doğruya bizzat kendilerinin ‘korsan kitaplar’ yazmaları.”
İşte o an, bir aydınlanma yaşadım. Baker’in “korsan”lık çağrısı, benim için entelektüel bir öneriden öte, yaşanmış bir gerçeklikti. Sistem bana düzgün bir yazar kimliği, bir kariyer hattı sunmamıştı. Hayat, beni resmî kanalların dışına fırlatmıştı. Dolayısıyla, yazmak benim için bir lüks, bir kariyer planı değil; bir nefes alma, var olduğumu kanıtlama ve anlamı “kaçak” yollarla inşa etme eylemiydi.
Şiirlerim, duygunun en yoğun anında patlayan, pazarlanmak için değil, hayatta kalmak için yazılmış korsan bildirilerdi.
Denemelerim ise ana akımın tüm kalıplarını reddeden, dünyaya dair dertlenişlerimin korsan yayınlarıydı.
Sosyal medyadaki o kısa metinler, anbean akan hayata dair tuttuğum korsan notlardı.
Baker’in aradığı “fikir”, benim yazılarımdan önce, hayatımın kendisinde saklıydı. Bu fikir, dışlanmışın, sınanmışın, kendi anlamını korsan yollarla inşa etmek zorunda kalanın fikriydi. Ben, bir türe sığamıyordum çünkü hayatım da tek bir kalıba sığmıyordu. “Yapısız” görünüyordum çünkü hayatın dayattığı yapılar beni dışlamıştı. Bu bir eksiklik değil, beni tanımlayan bir özellikti.
Öyleyse “Ben neyim?” sorusunun cevabı, Baker’in pusulasıyla bulunabilirdi.
Ben, bir korsanım.
Bir korsanım çünkü yazılarım resmî kanallardan geçmedi.
Bir korsanım çünkü tek bir bayrak altında, tek bir gemide seyretmiyorum.
Bir korsanım çünkü yazmak benim için bir kariyer değil, bir direniş, bir varoluş ve anlamı “çalma” eylemi.
Bir korsanım çünkü kelimelerim, haritası çıkarılmamış suların üzerinde bırakılmış şişe mesajları gibi; bulana, bulduğu anlama gelir.
(El postino filmini hatırlayanlar vardır belki de. Son satırı yazarken aklıma Pablo Neruda ve o sürgündeyken mektuplarını taşıyan postacı arasında geçen efsane diyalog geldi ister istemez :))
Postacının Pablo Neruda'nın şiirlerini kendi şiirleriymiş gibi kullanarak sevdiği kadını etkilemeye çalıştığını öğrenen Pablo Neruda postacıya bunu neden yaptığını sorar. Buna karşılık postacı da Pablo Neruda'ya 'Şiir onu yazana değil, ihtiyacı olana aittir'. der)
Çocukken hayalini kurduğum o bütünlüklü roman belki asla yazılmayacaktı, çünkü roman zaten yaşanmış ve geriye kalan, onun parçalarından inşa edilmiş, yamanarak ilerleyen bir korsanın seyir defteriydi.
Ve şimdi, bu defteri okuyan siz, kendi kıyılarınızda dolaşırken kendinize hiç sordunuz mu:
Sizin içinizdeki “yarım-kültürlülük” hangi klişelerle besleniyor?
Hangi hazır cümleler, sizin özgün sesinizin önüne perde çekiyor?
Sizin “üçüncü şey”iniz, sizi siz yapan o eşsiz düşünce, neyin derinliklerinde gizli?
Ve en önemlisi, siz kendi hayatınızın neresinde bir korsansınız?
Belki de korsanlık yalnızca yazının değil, yaşamın refleksidir.
Hayatın ağır sularında batmamak için insan, kendi varlığını her gün yeniden yazar.
Yazmak bu yüzden bir ifade değil, bir direnç biçimidir; dil, varlığın kendi conatus’u: sürme, dayanma, yeniden doğma isteğidir.
Kelimeler nefesin ikinci hâline dönüşür: düşünceyle solur, fikirle yaşar, anlamla dirilir.
Deleuze’ün “kaçış çizgileri”, düzenin katı yüzeyinde açılan o küçük çatlaklardır; bazen bir kalemin kâğıt üstündeki gıcırtısında, bazen de gece yarısı bir dize için uyanıveren bedenin ısrarlı titreyişinde saklıdır.
Spinoza’nın içkinlik fikrinde olduğu gibi tanrısal bir kaynaktan değil, varlığın kendi içinden yükselir anlam; gökten inmez, bedenin sıcaklığında, deneyimin kırılganlığında doğar.
Korsan, Baker’in dediği “yarım-kültür”ün sığ sularında boğulmaz; onu suya atar, dalgalarıyla yeni bir rota çizer.
O rota, neo-vitalist bir yoldur: fikirle hayatta kalmak, düşünceyle nefes almak, kelimeyle yeniden doğmak.
Korsan yalnızca bir metafor değil, hurda metallerden, ağaçlardan gemi yapana benzer; elindeki kırık dökük, atılmış malzemeyle (yaşanmışlıklarla) yeni bir tekne inşa eder.
Çünkü yazı, yaşamın kendi direnişidir.
Ve her cümle, varlığın karanlık sularda kendi ışığını yakmasıdır.
Ve geriye, bu ışığın ardında bırakılmış birkaç not kalır...
YAZAR NOTU
Bu metin boyunca kimi kavramlar, hayatımın labirentinde bulduğum pusula oldular. Onları tam anlamıyla açıklamak yerine, bir çocuğun deniz kabuğunu kulağına dayayıp dinlemesi gibi, sezgilerimle anlamaya çalıştım. Çünkü bazen anlam, açıklamalarda değil, sessizliklerde saklıdır. Yine de, yolculuğumuza eşlik eden bu kavramların anlamlarını, bir seyir defterinin sonundaki “sözlük” gibi, metnin sonuna bıraktım. İster önce onlara bakın, ister okuduktan sonra... Belki de hiç bakmayın ve yalnızca kalbinizin attığı ritmi dinleyin.
YOLCULUĞA EŞLİK EDEN KAVRAMLAR
Conatus (Spinoza): Latince “çaba” anlamına gelir. Spinoza’ya göre her varlığın özünde, var olma çabası ve kendi gücünü sürdürme dürtüsü yatar. Bu metinde, parçalanmaya direnerek yazıya sığınma ve kendi anlamını inşa etme iradesini temsil eder.
İçkinlik (Spinoza): Aşkınlığın (bir şeyin üstünde/ötesinde olma) karşıtıdır. Spinoza’ya göre Tanrı veya anlam, dünyanın dışında değil, tam içinde, doğanın ve yaşamın kendi yasalarında saklıdır. Bu metinde, anlamı yukarıda veya dışarıda değil, hayatın ve bedenin içinde, yaşanmışlıklarda arama çabasını ifade eder.
Kaçış Çizgileri (Deleuze & Guattari): Yapıların, kalıpların ve yerleşik düzenlerin dışına çıkan, yeni olasılıklar yaratan yollardır. Bir kaçış veya teslim oluş değil, “başka türlü” var olmanın yaratıcı bir yoludur. Bu metinde, “korsan” kimliğinin resmî kanallar ve edebî kalıplar dışında kendi yolunu çizme eylemini tanımlar.
Üçüncü Şey (Ulus Baker/Bizim Metin): Baker’ın kültür endüstrisi analizinde kullandığı bir terimdir. Bir eseri sıradanlıktan kurtaran, taklit edilemez, ona ruhunu veren ve ondan ayrı düşünülemeyen özgün fikirdir. Bu metinde, kişinin(yani benim) hayatından ve yazısından yükselen, onu “o” yapan benzersiz damarı anlatır.


























Yorum Yazın