Yüksek faiz ortamı ve derinleşen durgunlukla birlikte enflasyonla mücadeledeki başarısızlık, Türkiye ekonomisinin sadece bugünün değil yarınını da içten içe kemirmeye devam ediyor.
Türkiye ekonomisi, perşembe günü açıklanacak olan Merkez Bankası faiz kararı öncesindeki son düzlüğe, birbiriyle taban tabana zıt sinyallerin yarattığı derin bir kafa karışıklığıyla giriyor. Dün açıklanan Bankalararası Kart Merkezi (BKM) verileri, bu çelişkiyi bir kez daha gözler önüne serdi: Haziran ayında kredi kartlarıyla yapılan ödemeler, geçen yılın aynı ayına göre %52 artarak 1 trilyon 611 milyar lirayı aştı. Bu rakam, iç talebin borçlanma yoluyla devam ettiğini gösteriyor. Ancak madalyonun diğer yüzünde, yüksek faiz ve maliyetler altında ezilen reel sektörden gelen acı bir haber var: Yılın ilk yarısında sadece tekstil ve hazır giyim sektöründe 300 şirketin konkordato ilan etmesi.
Bu iki gelişme, tek başına, mevcut ekonomi politikasının içinde bulunduğu açmazı ve şizofrenik yapıyı kanıtlıyor. Program, bir yandan ücretleri baskılayıp talebi kısmaya çalışırken, diğer yandan borçlanmaya dayalı tüketimi engelleyemiyor. Bir yandan enflasyonla mücadele ettiğini iddia ederken, diğer yandan üretimin temel taşları olan şirketlerin bir bir yıkılmasına seyirci kalıyor. Bu tablo, dün toplanan Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nun (EKK) da temel gündemini oluşturdu. EKK'nın masasında hala kemer sıkmayı içeren "OVP tedbirleri" öncelikli görünüyor.
İçeride bu karmaşa yaşanırken, dışarıda da sular durulmuyor. ABD ile yapılan F-16 ön anlaşması gibi stratejik adımlar, Türkiye'nin jeopolitik konumunu güçlendirme çabası ve ABD ile ilişkileri sağmam tutma çabası olarak okunabilir. Ancak bu çabalar, küresel ekonomide artan bir fırtınanın gölgesinde kalıyor. Avrupa Birliği'nin, Trump'ın tarife tehditlerine karşı misilleme listesini resmen açıklamasıyla "ticaret savaşları" fiilen başlamış durumda. Petrol fiyatlarının bu küresel gerilimle dalgalanması, Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkeler için hem riskleri hem de belirsizlikleri artırıyor.
Piyasalar ise tüm bu gelişmeleri nefesini tutarak izliyor. Haftanın ilk gününde Borsa İstanbul'daki sakin ve hacimsiz seyir, yatırımcıların perşembe günkü faiz kararını bekle-gör modunda olduğunu teyit etti. Yüksek faize rağmen artan brüt borç stoku ve reel sektördeki iflaslar "faiz indirimi" baskısını artırırken, artışı süren enflasyondaki yapışkanlık ve küresel riskler ise "temkinli olma" zorunluluğunu dayatıyor. Perşembe günü verilecek karar, ekonomi yönetiminin bu zıt güçlerden hangisine öncelik vereceğinin en net işareti olacak. Piyasaların beklentisi ise 150 baz puan indirim yönünde. Finans kesimi bir süre daha programın finansmanı için yüksek faizi dayatmaya çalışırken, ülkenin uzun vadeli üretim altyapısı yüksek faiz ortamında erimeye devam edecek gibi görünüyor.
Yüksek faiz ortamı ve derinleşen durgunlukla birlikte enflasyonla mücadeledeki başarısızlık, Türkiye ekonomisinin sadece bugünün değil yarınını da içten içe kemirmeye devam ediyor. İktidarın ve ekonomi yönetiminin bundan sonraki süreçte “acı ilacı” kendisinin içmesinin zamanı geldi de geçiyor. Toplumsal kutuplaşmayı her alana yayan iktidar, enflasyonla mücadelede dahi toplumu ikna edememesinin bedelini yine topluma ödetmeye devam ediyor. Bu konuyu da başka bir değerlendirmede daha detaylı ele alacağım.
MERCEK: Yabancı Gelmiyor, Yerli Gidiyor: Bu Nasıl Bir Güven Krizi?
Ekonomi yönetiminin en temel hedeflerinden biri, uluslararası yatırımcıları Türkiye'ye çekerek ülkeye döviz girişi sağlamak. Peki, bu hedef için uğraşılırken, hem yabancı yatırımcı hem de Türkiye'nin kendi sermayesi ne yapıyor? Son veriler, içerideki güvensizlik ortamının bir sonucu olarak sadece yerli sermayenin dışarıya kaçmadığını, aynı zamanda yabancı sermayenin de ülkeden uzaklaştığı, çift yönlü bir güven krizinin yaşandığını gösteriyor.
En çarpıcı tablo iktidarın en çok önemsediği gayrimenkul piyasasında. Yabancıların Türkiye’deki konut alımları 2025’in ilk beş ayında bir önceki yıla göre %10 gerilemiş durumda. Yabancı yatırımcı, Türkiye emlak piyasasını artık eskisi kadar cazip ve güvenli görmüyor. Diğer yandan değerli TL ile birlikte kont fiyatları yabancı için göreceli oldukça pahalı hale gelmiş durumda. Madalyonun diğer yüzünde ise tam tersi bir hareket var: Türk vatandaşlarının yurt dışındaki gayrimenkul alımları, son verilere göre yılın ilk beş ayında 1 milyar doları aşarak rekor kırmaya devam ediyor. Bu rakam, 2022'nin tamamında sadece 791 milyon dolardı. Son iki yılda sadece Dubai’ye yapılan Türk yatırım hacminin 400 milyon dolardan 3 milyar dolara yükseldiği tahmin ediliyor.
Bu durum, sermayenin yönünü belirleyen temel faktörün getiri potansiyelinin "güven ve öngörülebilirlik" unsurlarının gerisinde olduğunu da yüzümüze çarpıyor. Bu sadece bireysel bir tercih de değil. Türkiye'nin yurt dışındaki toplam doğrudan yatırım stoku, yani Türk şirketlerinin yurt dışında kurduğu fabrika ve şirketlerin toplam değeri 70 milyar dolara yaklaşmış durumda. 2024'ün ilk beş ayında yurtdışına yaklaşık 2,5 milyar dolarlık yeni doğrudan yatırım yapılırken 2025’in aynı döneminde 3 milyar doları aşmış durumdayız. Bu yatırımların ana adresinin ise hukuki ve ekonomik güvencelerin daha sağlam olduğu AB ülkeleri ve Kuzey Amerika olması tesadüf değil.
Peki, hem yabancı hem yerli sermaye neden aynı anda aynı yöne bakıyor? Cevap ortak:
Siyasi risk algısı ve hukuki güvence arayışı. Özellikle İmamoğlu operasyonu, yerel yönetimlere ve muhalefete yönelik yargı temelli müdahaleler ve artan siyasi belirsizlik, yatırım ortamını doğrudan etkiliyor. İçeride enflasyonun alım gücünü erittiği, reel sektör şirketlerinin bir bir konkordato ilan ettiği ve ekonomik politikaların yönünün siyasi gelişmelere göre değişebileceği endişesinin hakim olduğu bir ortamda, birikim sahipleri doğal olarak döviz bazlı getiri ve hukuki güvence sunan alternatiflere yöneliyor. Yabancı yatırımcı riskini azaltmak için uzaklaşırken, yerli yatırımcı da varlığını korumak için aynı yolu izliyor.
Sonuç olarak, kalıcı bir ekonomik başarı için öncelik, sadece dışarıdan gelecek sıcak parayı beklemek değil, içerideki ve dışarıdaki sermayenin aynı anda “güvenli bir liman” olarak göreceği bir istikrar ortamını tesis etmek olmalı. Bunun yolu da hukukun üstünlüğünden, şeffaf politikalardan ve siyasi müdahalelerden arındırılmış ekonomik öngörülebilirlikten geçmektedir.

Yorum Yazın