Altaylı’nın ardından boş kalan bu yer, o kalıtsal anlamı bozuyor. O koltuk, kimsenin sahiplenmediği ama herkesin sırayla ve gönüllü olarak yer aldığı bir alana dönüşüyor. Artık kalıcı olan kişi değil, o yere oturma niyetidir. Süreklilik ise bir bedende değil; gelip giden bedenlerin birlikte kurduğu bellekte yaşar. Koltuğun anlamı böylece tersine çevrilir: güç değil, devinim; sahiplenme değil, paylaşım; kalıcılık değil, hatırlama alanı hâline gelir.
20. yüzyılın en etkili tiyatro düşünürlerinden biri olarak kabul edilen İngiliz yönetmen ve yazar Peter Brook, Boş Alan adlı tiyatro manifestosunda şöyle der: “Bir adam bir boş alandan geçerken bir diğeri onu izliyorsa, tiyatro başlamıştır.” Brook’a göre tiyatro, dekor ya da mekân değil; niyet ve eylemdir. Sadeleşmiş bir sahnede yalnızca bir bedenin varlığı bile seyircide anlam yaratmaya yeter.
Bugün, Fatih Altaylı’nın YouTube kanalında ondan boş kalan koltuğa her gün bir başkasının oturması, tam da bu “boş alan”ın politik karşılığına dönüşmüş durumda. Yer sade, ama anlamı yoğun; sahne boş, ama etki derin. Her gelen konuk, Altaylı’nın susturulmuş sesinin yerini almakla kalmıyor, varlığıyla o alanın diri tutulmasını sağlıyor. Gündemin tüm karmaşası içinde bu sade ritüel, medya tarihine kolektif bir direnç gösterisi olarak geçecek nitelikte. Bu eylem, yalnızca bir dayanışma biçimi değil; bedenin politik performansı, hafızanın mekânla ilişkisi ve tiyatrodan ilhamla sahnelenen bir direniş pratiği olarak ele alınabilir.
Performatif Bedenin Politik Gücü
Judith Butler, Notes Toward a Performative Theory of Assembly adlı eserinde, kamusal mekânda bir araya gelen bedenlerin bizzat varlıklarıyla bir söylem ürettiklerini savunur. Sözün bastırıldığı yerlerde, bedenin kendisi söze dönüşür. Altaylı’nın koltuğuna sırayla oturan bedenler de bu bağlamda yalnızca fiziki bir alanı doldurmaz, aynı zamanda susturulanın söylemini yeniden dolaşıma sokma işlevini üstlenir. Bu aynı zamanda kolektif bir hatırlama ve direnme biçimidir.
Her konukla birlikte anlam yeniden kurulurken, bedenin orada oluşu, tek başına bir protestoya değil, bir tanıklığa dönüşür. Susturulmuş olana “yalnız değilsin” denilirken; izleyene ise “bu iş burada kalmaz” mesajı verilir.
Bu yaklaşımı Hannah Arendt’in eylem felsefesiyle birlikte düşündüğümüzde, sahnede çoğullukla belirlenen bir politik varoluş alanı belirginleşir. Arendt’e göre, özgürlük ancak birlikte hareket edildiğinde, görünür olunduğunda mümkün olur. Eylem, yalnızca bir kişinin değil, başkalarıyla birlikte kamusal alana çıkma cesaretinin ürünüdür.
Altaylı’nın koltuğuna her gün bir başka kişinin oturması da bu çoklu görünürlüğün, birbirine eklemlenen bedenlerin ve ortak bir bellek içinde sürdürülen direnişin örneğidir. Bir zincirin halkaları gibi, geçici ama birbirine bağlı bir süreklilik kurulur.
Hafıza Mekânı Olarak Koltuk
Fransız tarihçi Pierre Nora, modern toplumlarda hafızanın kendiliğinden bir süreç olmaktan çıktığını, bazı mekânlara tutunarak ayakta kaldığını öne sürer. Ona göre artık doğal hafızamız yoktur. Yerine, simgesel yük taşıyan yerler, nesneler ve tekrarlar geçmiştir. Nora, bu yerlere lieux de mémoire —hafıza mekânları— adını verir. Bu mekânlar yalnızca geçmişi hatırlatmaz; hatırlanması için özellikle kurulur, korunur ve çoğaltılır.
Fatih Altaylı’nın kanalında her gün tekrar edilen bu eylem, böyle bir hafıza alanının oluşmasını sağlar. Kameranın kadrajına giren tek bir koltuk, bir hatırlama pratiğinin sahnesine dönüşür. Orada söylenen her söz, hatta zaman zaman yalnızca görüntüde duran boş koltuk bile, o mekânı daha kalıcı, daha kolektif bir anlamla yükler.
Nora’ya göre hafıza mekânları kendiliğinden oluşmaz; tekrarlarla kurulur, ritüellerle inşa edilir. Bu nedenle dijital bir platformda, izleyicinin göz hizasında her gün aynı yerde yeniden kurulan bu görüntü, yalnızca bir yayın değil, kamusal belleğin sürekliliğini sağlayan bir eylemdir.
Artık orası yalnızca bir gazetecinin değil; susturulanların, hatırlayanların ve sözünü paylaşanların alanıdır. Her gün yeniden kurulan bu küçük sahnede, kalıcı olan şey ne beden ne de sestir. Sadece ve sadece hatırlamanın direncidir.
Godot’dan Ders: Beklemek de Bir Eylemdir
20. yüzyılın en etkili absürd tiyatro yazarlarından biri olan İrlandalı yazar ve Nobel ödüllü Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken adlı oyununda, sahnede neredeyse hiçbir şeyin olmadığı ama çok şeyin hissedildiği bir dünyanın kapılarını aralar.
Bu oyunda iki adam bekler, konuşur, susar, yeniden bekler. Ama o neredeyse boş sahnede zaman ağırlaşır; anlam, sabır ve gerilim birikir. Seyirciye hiçbir şey tam olarak açıklanmaz, ama bir şeyin sürdüğü, inatla devam ettiği hissedilir. Bekleyiş, oyunun kendisi olur.
Fatih Altaylı’nın ardından boş kalan alan da böyle bir sürekliliği barındırır. Fakat burada sahne sessiz değildir; tam tersine, her gelen konuşur. Yorum yapar, düşünce üretir, eleştirir. Ancak bu konuşmalar, kendi başlarına değil; bir sessizliğe karşı konuşuldukları için anlam kazanır. Susturulmuş bir sese doğru söylenir her söz; onun boşluğuna temas ederek güçlenir.
Beckett’in oyunundaki gibi burada da zaman geçer, ritüel tekrarlanır, gelen kişi gider, yerine bir başkası gelir. Ama bu döngü umutsuzluk değil; bir inat biçimidir. Sesin geri dönmesi değilse bile, yokluğunun unutulmaması için sürdürülen kolektif bir hatırlama pratiğidir.
Dönüşen Bir Koltuğun Hatırlattıkları
Türkiye’de “koltuk”, yalnızca oturulan bir nesne değil; genellikle bırakılmayan, devredilmeyen, uğruna her şeyin göze alındığı bir iktidar alanını simgeler. Koltuklara yapışılır. Koltuklar korunur. Ve bir kez oturuldu mu, kalkılmak istenmez.
Ama Altaylı’nın ardından boş kalan bu yer, o kalıtsal anlamı bozuyor. O koltuk, kimsenin sahiplenmediği ama herkesin sırayla ve gönüllü olarak yer aldığı bir alana dönüşüyor. Artık kalıcı olan kişi değil, o yere oturma niyetidir. Süreklilik ise bir bedende değil; gelip giden bedenlerin birlikte kurduğu bellekte yaşar. Koltuğun anlamı böylece tersine çevrilir: güç değil, devinim; sahiplenme değil, paylaşım; kalıcılık değil, hatırlama alanı hâline gelir.
Bu tersine çevrilmiş anlam, eylemin etkisini de derinleştirir. Koltuk artık iktidarın değil, hafızanın taşıyıcısıdır. Sözün bastırıldığı yerde, sözün geri çağrıldığı bir ritüelin mekânına dönüşür. Her gelenin farklı bir tonda konuştuğu, ama aynı yokluğa temas ettiği bir sahne kurulur her gün. Bu sahne sade ama etkili; sıradan ama dönüştürücüdür.
Artık orası yalnızca bir gazetecinin değil; susturulanların, hatırlayanların ve sözünü paylaşanların alanıdır. Her gün yeniden kurulan bu küçük sahnede, kalıcı olan şey ne beden ne de sestir. Sadece ve sadece hatırlamanın direncidir.

Yorum Yazın