Kimlikler, bizim; değerleri olan, onlara göre hareket eden, kendi fikrimizi kendimizin ürettiği, daha saygın, özgür, iyi birer birey olmamıza yardım ediyorsa anlamlıdır. Eğer bunlara engel oluyor, bizi biz olmaktan çıkarıyor, değerlerden ve en geniş insanlık ailesinden uzaklaşmamıza neden oluyor, bu anlamda kişiliksiz yapıyorsa onları sorgulamak ve daha akılcı bir düzleme oturtmak hepimizin öncelikli görevidir. Sonuçta önemli olan, herhangi bir kimlik sahibi olmak değil, saygın bir kişilik sahibi ve gerçek anlamıyla bir insan olabilmektir.
Katıldığım bir seminerde konuşmacı, sunumuna başlamadan önce hepimize birer tane boş kâğıt dağıttı. Daha sonra önümüzdeki kağıtlara çalıştığımız yerleri, oradaki bütün görevlerimizi, diplomalarımızı, akademik ünvanlarımızı, sahip olduğumuz sertifikaları vb. yazmamızı istedi ve beş dakika süre verdi. Bunun üzerine herkes harıl harıl yazmaya başladı. Genel müdürler, CEO’lar, direktörler, doktorlar, profesörler, diplomalar, mesleki sertifikalar, ödüller vd. gereken her şey yazıldı. Unutulan, eksik kalan bir şey var mı diye zihinler yoklandı. Beş dakika sonra konuşmacımız, katılımımızdan ve yazdıklarımızdan dolayı herkese teşekkür etti. Ardından da şöyle bir şey dedi: “Şimdi lütfen herkes yazdığı kâğıdı yırtıp çöp kutusuna atabilir mi? Bundan sonra yolumuza sadece İNSAN olarak devam edeceğiz.”
Gerçekten de insan hayatının büyük kısmının önce yaşayabilmek için hayata dair birçok şeyi öğrenmekle daha sonra da bu öğrendiklerinin çok büyük kısmının yalan ve yanlışlardan ibaret olduğunu görüp onlardan kurtulmaya çalışmakla geçtiğini biliyoruz. Hayatta öğrenmeden yaşamanın mümkün olmaması gibi bir şekilde öğrenmiş olduğumuz ancak kurtulamadığımız yalan ve yanlışlarla yaşamak da oldukça zor. Yukarıda anlattığım anekdottaki gibi kimliklerimiz için de durum aslında biraz böyle. Var olmak, yaşamak, mutlu olmak için belirli kimlikler ediniyoruz. Daha sonra tam da onlar ayağımıza bağ oluyor, onlardan kurtulmak ve tekrar “insan” olmak için ise hayatımız boyunca uğraşıyoruz.
Başlıktan da anlaşılacağı gibi bu yazıda biraz kimlik ve kişilik kavramlarından bahsetmek istiyorum. Tabii her kavramın olduğu gibi bu kavramların da ne anlama geldiğini, bunlarla neyi kastettiğimizi açıklamak gerekir. Özellikle kimlik kavramının üzerinde uzlaşılmış, net bir tanımının olmadığını biliyoruz. Biyolojik, psikolojik, kültürel, toplumsal, ekonomik, siyasal vb. birçok boyutu var. Ben bu yazıda kimlik kavramının kendi gayretimizle kazanmadığımız ancak daha çok doğuştan getirdiğimiz nitelikler (ırk, cinsiyet, ulus, din, dil hatta aileden gelen geleneksel parti bağlığı vb.) boyutunu tartışmaya çalışacağım. Kişilik içinse daha çok bizim özgür irademizle oluşturduğumuz ve bu anlamda daha doğrudan sorumlu olduğumuz özellikleri (düşünceler, davranışlar, değerler, karakter, vb.) kastediyor olacağım.
Kimlik kavramına biraz daha yakından bakacak olursak kavramı çok genel olarak ikiye ayırabiliriz diye düşünüyorum: Üretiminde insanın kendi inisiyatifinin olduğu bölümler ve bir de kişinin kendini bulduğu dışsal koşullardan kaynaklanan bölümler. İlk bölümde hayatta bize ait olan, bu anlamda bizim öznesi olduğumuz her şey; yaşadıklarımız, okuduklarımız, dinlediklerimiz, gördüklerimiz, düşündüklerimiz, değerlerimiz, ürettiklerimiz, başarılarımız, hatalarımız gibi bizi biz yapan; bir birey olarak bizi tanımlayan özelliklerden söz edebiliriz. İkinci bölümde ise daha çok doğuştan getirdiğimiz ve içinde yaşadığımız toplumdan aldığımız, kendimizin seçemediği ve bu anlamda tabi olduğumuz özellikler diyebiliriz. Bu açıdan birinci bölümdekiler bizi biz yapan ve böyle olmasında bizim de sorumlu olduğumuz nitelikler, ikinci bölümdekiler de aslında bizim -en azından doğarken- sorumlu olmadığımız ve daha çok bize yüklenen özelliklerdir, denebilir.
Bireyin güçlü olduğu toplumlarda (genellikle Batı toplumları), kimliğin birinci kısmının daha çok önem kazanırken bireyin yeterince güçlü olmadığı ama daha çok topluma/devlete bağlı davrandığı toplumlarda (Orta Doğu toplumları gibi) kimliğin ikinci bölümünün daha çok öne çıktığını görüyoruz.
Örneğin bugün çoğu Avrupa ülkesinde ortalama bir bireye “Sen kimsin? Kendini bize biraz anlatır mısın?” diye bir sorduğumuzda daha çok kendisini kendisi yapan bireysel özellikleri (değerleri, ilgi alanları, hobileri, zevkleri, yetkinlikleri, merakları, özlemleri, hayalleri vb.) öne çıkardığını görürüz. Bu söylemde bireysel tercihler, kişisel değerler, özgür irade ve düşünsel temelli ifadeler (“feministim”, “veganım”, “müzik ve opera severim”, “spor yaparım”, “ilgi alanım şu” vb.) daha baskındır. Öte yandan aynı soruyu bize yakın bir coğrafyada sorsak, insanların çoğunun anlatımlarının ulusal kimlikler, dinler, mezhepler, aileler, toplumsal roller vb. üzerinden olduğunu, kişilerin kendilerini bireysel özelliklerden çok bu kurumlar üzerinden tanımladıklarını görürüz. “Türküm”, “Müslümanım”, “Milliyetçiyim”, “Muhafazakârım”, “Solcuyum”, “Atatürkçüyüm”, “Karadenizliyim”, “Bu aileden/sülaledenim.” vb. ifadelerle sıkça karşılaşılır. Birey olmaktan, bireysel özelliklerden, ilgi alanlarından söz etmek neredeyse bencillik sayılıp ayıplanır durumdadır. Bir anlamda Batı dünyasında insanlar birey olarak kendilerini yaşarken doğu dünyasında insanlar toplumsal yaşamın içinde yer edinmeye çalışan birer parça durumundadırlar.
Herhangi bir konuda görüşünü sorduğumda o kişinin soruya, konuya, arkasındaki mantığa, gerçeğe, yararına, zararına vd. odaklanmadığını görüyorum. İnsanlar, genellikle cevap olarak bir şeyler söylüyorlar ancak o sözlerin ne anlama geldiğini, gerçekten doğru/hakikat olup olmadığını, herhangi bir değerle (vicdan, merhamet, hak, hukuk, vd.) bağdaşıp bağdaşmadığını düşünmüyorlar.
Bir insanın kendisini bir birey olarak görmeyip daha çok içinde bulunduğu toplumsal yapıyla (ülke, din, toplum, aile vd.) tanımlamasının belki en önemli sonucu, gerçeklikle olan bağının zamanla kopmasıdır. Her ne kadar toplumsal bir yaşam içindeysek de aslında insan bir birey olarak doğar ve doğayla ilişkisi en temelinde bireysel bir ilişkidir. Bu anlamda doğayı ve hayatı bütün gerçekliğiyle, olduğu gibi görmeye ihtiyaç duyar. Hayatta kalma, gelişme ve her türlü sorununa çözüm bulma, bu gerçeklik içerisinde olur. Eğer insanın hayatla arasındaki bu bağ doğrudan olmayıp çeşitli kurumlar (ulus, devlet, din, toplum vd.) üzerinden olursa kişinin kendini, hayatı, arasındaki ilişkiyi, gerçeği, sorunlarını ve bunlara çözüm yollarını bulması mümkün olamaz. Bunun yerine bozulmuş olan gerçeklik algısı ve öğretilmiş ezberler içerisinde toplumsal yapının kendini çektiği yere doğru bilinçsizce sürüklenir. Şansı varsa kendi iradesi dışında olan bu yolculuk, onun karşısına yaşamla ilgili bazı sürprizler ve fırsatlar çıkarır. Ancak çoğunlukla böyle olmaz. Hayatta çoğu şey tesadüf olmadığı için kişinin/kişilerin kaybolan gerçeklik algısı ve bozulan hayat ilişkisinden faydalanan birileri çıkar. Güç sahibi olanlar ve toplumu yönlendirenler genellikle daha kolay ve refah içinde bir hayat yaşarken toplumun genelinin payına her düzlemde sıkıntı, acı ve mutsuzluk düşer. Bir insanın hayatının kontrolü -olabildiğince- kendi elinde değilse ya da bir insan kaderini başka insanın/insanların eline bırakmışsa zaten mutlu olma şansını da mucizelere bırakmış demektir.
Kimlik tek başına kutsal bir kavram değildir. Önemli olan onun neyi temsil ettiği yani içeriğidir. Eğer bir olayda insanın kimliğinin gerektirdiği davranış ile evrensel bir değer (örneğin vicdan, merhamet, eşitlik, adalet vb.) arasında çelişki olursa bu noktada insan hangisini seçecektir? Aslında sanırım her birimizin hayattaki varlığını da, değerini de, kişiliğini de, karakterini de belirleyen, bu soru karşısında takınacağımız tutumdur. Eğer bir insan böyle bir durumda evrensel değerleri bir kenara bırakıp yalnızca içinde bulunduğu topluluğun tavrını/çıkarını önemsiyorsa gerçek anlamda o kişinin bir birey olmasından, kendisine ait değerlere sahip olmasından söz edemeyiz. Buna karşın insanlık tarihinin en çok saygı gören, insanlığa en büyük katkıları yapan, bu anlamda en değerli kişiliklerin kendi toplumları (ulusları, dinleri, aileleri, partileri vb.) yanlış yaptığında veya kendi toplumları dışındaki bir bireye haksızlık yapıldığına buna ses çıkaran, gerekirse kendi topluluğu karşısında tek başına da kalsa evrensel değerleri (hukuku, adaleti, eşitliği, vicdanı, özgürlüğü vb.) savunan kişiler olduğunu biliyoruz. Bu değerleri savunmayıp sadece kendi içinde bulunduğu topluluğa körü körüne bağlı olan, bunun için her türlü zulmün bilerek veya bilmeden yanında olan kişiler, kısa vadede bir şeyler kazansalar da uzun vadede saygın bir kişilik olarak hatırlanmazlar.
Çoğu zaman insanlarla konuşurken şöyle bir durum ile karşılaşıyorum: Herhangi bir konuda görüşünü sorduğumda o kişinin soruya, konuya, arkasındaki mantığa, gerçeğe, yararına, zararına vd. odaklanmadığını görüyorum. İnsanlar, genellikle cevap olarak bir şeyler söylüyorlar ancak o sözlerin ne anlama geldiğini, gerçekten doğru/hakikat olup olmadığını, herhangi bir değerle (vicdan, merhamet, hak, hukuk, vd.) bağdaşıp bağdaşmadığını düşünmüyorlar. Bunun yerine aslında sadece televizyondan duydukları, bir kişiden dinledikleri ya da bir yerlerden gördükleri bazı cümleleri tekrar ediyorlar. Bunu yaparken de sorunun niteliğine göre en yakın bir kimlik bileşenini seçip ona göre o kimliğin o konuyla ilgili ezberlerini görüş olarak dile getiriyorlar.
Örneğin Kürtlerle ya da azınlıklarla ilgili bir konuşmada devletin yapmış olduğu bazı uygulamalara ilişkin bir yorum yapıldığında karşıdaki kişinin bu yorum üzerinde hiç düşünmediğini, onun yerine refleks olarak hemen “Türk” kimliğiyle devleti savunmaya geçtiğini görüyorum. Buradaki görüş, söylenen sözler, iddialar, belki mağdur olan birilerinin acıları vd. hiçbir önem taşımıyor. Karşıdaki insan canla başla devletimizin haklı olduğunu, doğru yaptığını, herhangi bir hatasının olmadığını, hatta asıl suçlunun diğerleri olduğunu vd. anlatmaya çalışıyor. Ancak sorun şu ki dedikleri tümüyle gerçeği yansıtsa bile bu, bilinçle üretilmiş bir bilgiden/fikirden oluşmuyor. Tam tersine kişinin bütünüyle otoriteden edinmiş olduğu ve tekrarladığı ezberlerden kaynaklanıyor.
Aynı yaklaşımı örneğin Atatürk ile ilgili bir söz söylendiğinde CHP’lilerde, ülkedeki ekonomi/hukuk/eğitim vb. sorunları ile ilgili bir eleştiri getirildiğinde AKP’lilerde, dinle ilgili küçük bir soru sorulduğunda (örneğin ezan, Diyanet vb.) dindarlarda görüyoruz. Söylenen sözün, görüşün, yorumun, sorunun üzerinde durmak, biraz düşünmek, konunun özünü anlamaya çalışmak, analiz etmek, ondan bir şeyler öğrenmeye gayret etmek, akılcı bir yanıt üretmeye çabalamak, bu şekilde mantıklı bir noktada fikir birliğine ulaşmak vd. gibi bir kaygı yok. Yalnızca sözü duyar duymaz ilgili kimliği sırtına geçirip onunla ilgili heybeden seçtiği okları karşıdaki insana atmak var.
Genel yaklaşım bu olunca herhangi iki kişinin bu konulardaki sohbeti, ya yankı odası (“bozacının şehidi şıracı”) şeklinde geçiyor ya da iki kampın birbirine düşman gibi bakıp hiçbir şekilde birbirini dinlememesi şeklinde oluyor. Yani aslında çoğunluk (neredeyse hiç kimse dememek için çoğunluk diyorum) kendi özgün, bireysel, özgür görüşünü/bakışını/yorumunu üretmiyor. Herkes, kampına göre mevcut ezber havuzundan hazır, kalıp cümleleri söyleyip, konuşuyor gibi yapıyor. Bu açıdan bir insanın önüne gelen hazır kimliklerden birisine girmek yerine kendi özgür, bağımsız ve gerçek kişiliğini oluşturması çok büyük önem taşıyor. Bu nedenle eğer ulus, din, ideoloji, aile, parti vd. gibi kimliksel bağımlılıklardan dolayı biz biz olamıyorsak, özgür olamıyorsak, bağımsız görüş üretemiyorsak; bizi tutsak eden kimliklerimizden sıyrılıp gerçek biz olmamız, birer birey olmamız, bağımsız birer karakter olmamız çok önem kazanıyor. Aksi halde şu an olduğu gibi ne eksiklerimizi görebileceğiz ne birbirimizden bir şeyler öğrenebileceğiz ne de çoğu ortak olan onca sorunumuza birlikte çözüm üretebileceğiz. Bu karmaşada debelenmeye devam edeceğiz.
Sözün özü; kimlikler, bizim; değerleri olan, onlara göre hareket eden, kendi fikrimizi kendimizin ürettiği, daha saygın, özgür, iyi birer birey olmamıza yardım ediyorsa anlamlıdır. Eğer bunlara engel oluyor, bizi biz olmaktan çıkarıyor, değerlerden ve en geniş insanlık ailesinden uzaklaşmamıza neden oluyor, bu anlamda kişiliksiz yapıyorsa onları sorgulamak ve daha akılcı bir düzleme oturtmak hepimizin öncelikli görevidir. Sonuçta önemli olan, herhangi bir kimlik sahibi olmak değil, saygın bir kişilik sahibi ve gerçek anlamıyla bir insan olabilmektir.

Yorum Yazın