Mimarlık, artık nesneler ya da çizgilerle değil; yaşantı anlarıyla tarif ediliyor. Giderek biçimden çok ilişkiyle ilgileniyor. Yan yana durmak, birlikte susmak, göz göze gelmeden aynı gölgede oturmak—bütün bunlar, birer tasarım öğesi gibi anlam kazanıyor. Bienal, mimarinin hayatın içinde nasıl yaşandığını göstermekten çok, onu nasıl hissedebileceğimizi yeniden hatırlatıyor.
Venedik yine bir eşiğin kıyısında. Ancak bu kez suyun tanıdık titreşimlerinde değil, kavramların, sezgilerin ve yapay zekânın sınırlarında ilerliyor. Şehrin yüzyıllardır alıştığı fiziksel dalgaların yerini bu baharda zihinsel dalgalar alıyor. Düşüncenin mimariyle kurduğu ilişki, bu kez yalnızca gözle görülür olanın ötesine taşınıyor. 2025 Venedik Mimarlık Bienali, “Intelligens: Natural. Artificial. Collective.” başlığıyla ziyaretçilerini, zekânın çok katmanlı doğasına davet ediyor. Başlığın dış yüzü neredeyse didaktik, ama içerdiği anlamlar çok daha derin ve çok daha tedirgin edici. İnsan aklının sınırları ile doğanın bilgeliği, algoritmik zekânın mekanik soğukluğu ile kolektif tahayyülün sıcaklığı aynı tartının kefesine konulmuş gibi.
Carlo Ratti’nin küratörlüğünde hazırlanan bu edisyon, biçimi işlevin önüne koyan bir estetik tavırdan değil; düşünceyi, duyguyu, ekosistemi ve teknolojiyi aynı yapının çatısında bir araya getirmeye çalışan daha çok sesli bir vizyondan doğuyor. Alışıldık kavramlar, yerlerinden sökülüp başka bağlamlarda yeniden kuruluyor. “Doğal” olan, artık doğadan gelen değil; doğayı taklit edebilen oluyor. “Yapay” olan, yapma değil, yeni türden bir evrime dönüşüyor. “Kolektif” ise yalnızca insanların değil, bakterilerin, rüzgârın, sessiz bilgi taşıyan maddelerin bile dahil olduğu bir bütünlük önerisi sunuyor. Bu başlık, bir tür zihin topoğrafyası çiziyor: biyolojik zekânın köklerinden yükselen, yapay zekânın programlanmış katmanlarına uzanan, ardından kolektif bilinçte yankılanan dairesel bir yapı.
Mimarlık burada, biçimsel olanla değil, kavramsal olanla başlıyor. Artık yapılar değil, sorular inşa ediliyor. Cümleler kuruluyor, belirsizlikler strüktürel birer detay gibi işleniyor. Her proje bir önerme gibi: “Zekâ nedir?” “Doğa ne zaman yapay olur?” “Bir binayı kimler kullanır, kimler hayal eder?” Bu sorular geçtiğimiz sergi koridorlarında defalarca sorulduğunda, Venedik’in sessizliği daha da derinleşiyor. Bienal, o sessizlikte yankılanan sesleri duymaya çağırıyor ziyaretçisini.
Zekânın farklı biçimleri, bu yıl bienalin mekânlarında adım adım izlenebiliyor. Her sergi, yalnızca temsil ettiği fikri değil, mekânla kurduğu ilişkiyi de açığa çıkarıyor. Arsenale’de, geçmişin ağır taşlarının arasında yükselen işitsel ya da görsel müdahaleler, daha çok insan sonrası dünyaya dair bir tahayyül sunuyor. Giardini’de ise yapılar, toprağın döngüselliğine kulak veriyor. Bazıları gölgeliklerin altına sinmiş, bazıları çimenlerin üzerinde neredeyse görünmez hâlde duruyor. Dikkatle bakıldığında her biri, zekânın başka bir yönünü ortaya koyuyor: sezgiyle var olan, veriye dayalı düşünen ya da birlikte hatırlayan. Mimarlık, tüm bu karşılaşmaların arasında, yaşamla yeniden bağ kurmanın yollarını arıyor.
Bienalin bu yıl üzerine eğildiği “zekâ” kavramı, üç ayrı damarda dolaşıyor gibi: biri doğaya ait, sabırlı bir işleyişin içinden süzülen; diğeri insan yapımı algoritmaların hızında şekillenen; bir diğeri ise bireylerin sınırlarını aşıp kolektif olanı işaret eden. Taşın çatlağında yön bulan kökler gibi bir zeka var orada—dış müdahale olmadan kendiliğinden yönünü bulan. Diğer tarafta yapay zekâ, çoktan öğrenmiş gibi davranıyor; öneriyor, sınıflandırıyor, yorumluyor ama henüz gerçek bir merak üretmiyor. Kolektif olan ise sorunun değil, yan yana durmanın zekâsını arıyor. İmza atmıyor, isim taşımıyor ama mekâna yerleşiyor. Yalnız aklın değil, birlikte yaşamanın belleğinden besleniyor.
Venedik’te bir bienal yerleştirmesiyle karşılaşmak, çoğu zaman bir şey görmeyi beklerken değil, bir şeyin seni görmesini fark ettiğin anda olur. Ne tam olarak başlar ne tam olarak biter. Bazen bir pencereden sarkan kumaş parçasıdır, bazen taş duvara iliştirilmiş bir çizim, bazen hiç ses vermeyen bir sessizlik. Şehir, yüzyıllardır aynı döngüde akan gündelik ritmine o kadar hâkimdir ki, sergiler ona uymak zorunda kalır. Burada işler sergilenmez; kaybolur, bulunur, göz ucuyla fark edilir. Bienal bu kentte mekânlara yerleşmez; mekânların içine sızar. Bir avlunun köşesi, her zamanki gibi gölgede durur ama o gün orada seni durduran başka bir şey vardır. Anlam, yapının üstüne giydirilmez, yapının kendisinden doğar. Bu yüzden Venedik’te sergi gezmek, güzergâh izlemek değil; kendini o güzergâhın içinde kaybetmeyi göze almaktır. Çünkü bu şehirde sanat, bir yere yerleştirilmez—yerin kendisi olur.
Ziyaretçi bienali katalogdan öğrenmiyor burada. Taş sokakların eğiminden, yosun kokusunu saklayan duvarlardan, hiç hesapta yokken içine çekildiği küçük meydanlardan öğreniyor. Kavramlar bir panoya yazılmıyor; zemine sızıyor, rüzgârla savruluyor, bir gölgeyle beliriyor. Mimarlık, bakılarak değil, duyularla hissedilerek okunuyor. Bazen bir köşede ansızın karşılaşılan bir yapı, bazen boş bırakılmış bir alan, kavramsal bir öneriden çok bir sezgiye dönüşüyor. Kentin taş hafızasıyla mimarlığın bugüne dair soruları bu yıl değil—her yıl—aynı cümlede yan yana durmayı başarıyor. Sadece daha dikkatli bakanlar, o cümlenin nerede başladığını fark edebiliyor.
Dünya genelinde 750’den fazla katılımcının yer aldığı bienal, sabit formlardan çok, yaşayan sistemler üzerine düşünülmüş. Her pavyon, başka bir coğrafyanın, başka bir zamanın, başka bir kırılmanın yankısını taşıyor. Danimarka’nın “Build of Site” projesi, el işçiliğini bir bilgi biçimi olarak sahneye çıkarıyor. Brezilya, Amazon’un yerli topluluklarının mekânla kurduğu ilişkiyi bir fısıltıya dönüştürüyor. Kanada, canlı biyofabrikasyon teknikleriyle, mimarlığın artık yalnız insanlar için değil, tüm canlılar için düşünülmesi gerektiğini vurguluyor. Amerika Birleşik Devletleri, bir binanın eşiğinden yola çıkarak kamusal alanın anlamını sorguluyor: Veranda bir eylemdir, bir geçiştir, bir karşılaşmadır.
Bu pavyonlar yalnızca birer sergi olarak kalmıyor; günlük hayata temas ediyor, izleyicinin bedensel belleğine işliyor. Geçici yapılar, estetik fikirler ya da malzeme deneyleri olmaktan çıkıp, mekânla ve bedenle kurulan ilişkiye dair sorular bırakıyor geride. Bir merdiven basamağında yan yana oturmanın neyi mümkün kıldığını, çarşı içindeki bir sessizlik anının nasıl bir mimari önerme içerdiğini düşünmeye başlıyorsun. Mimarlık, artık nesneler ya da çizgilerle değil; yaşantı anlarıyla tarif ediliyor. Giderek biçimden çok ilişkiyle ilgileniyor. Yan yana durmak, birlikte susmak, göz göze gelmeden aynı gölgede oturmak—bütün bunlar, birer tasarım öğesi gibi anlam kazanıyor. Bienal, mimarinin hayatın içinde nasıl yaşandığını göstermekten çok, onu nasıl hissedebileceğimizi yeniden hatırlatıyor.
“Yerebasan”, görünmeyeni göstermek istemiyor. Göstermek fiilinin taşıdığı acelecilikten uzak duruyor. Onun yerine duyurmaya, hissettirmeye, çağrışım yaratmaya çalışıyor. Yapı değil ses öneriyor, anıt değil iz sunuyor. Bu yüzden bir anlatıdan çok, bir sezgi alanı yaratıyor. Ziyaretçinin zihninde değil, gövdesinde yankılanan bir çağrı bu. Kimi zaman toprağın karanlığına karşı bir güvensizlik, kimi zaman o karanlıkta saklı duran tanıdık bir ağırlık. Her iki hâl de anlamın bir parçası.
Türkiye Pavyonu “Yerebasan”
Türkiye Pavyonu bu yıl “Yerebasan” başlığıyla, toprağın belleğine çağırıyor izleyicisini. Yukarıdan değil, aşağıdan başlıyor anlatı; anlam, ancak eğildikçe, sustukça beliriyor. Küratörler Ceren Erdem ve Bilge Kalfa’nın önerisi, toprağı bir yapı malzemesi ya da arkeolojik bir katman olarak görmekle sınırlı değil. Burada toprak, hafızanın ağır ama taşıyıcı bir biçimi gibi. Zamanın yalnızca geçtiği değil, biriktiği, katılaştığı ve usulca çağırdığı bir yüzey. Kazı yapılmıyor-dinleniyor. Üstü çizilmiyor, altı seziliyor. Ziyaretçi, bu pavyonda yalnızca tarihle değil; kendi iç sessizliğiyle, bastırılmış sorularla, bedenin alt katmanlarında kalmış bir hissediş biçimiyle karşılaşıyor.
Yere inildikçe yükseliyor anlam. Her adım, bizi dış dünyadan biraz daha uzaklaştırıp başka bir zamanın, başka bir algının eşiğine getiriyor. Hafıza, taş duvarlarda değil, toprağın serin katmanlarında aranıyor. Üstelik bu serinlik yalnızca fiziksel değil; tarihsel, kültürel ve neredeyse metafizik bir dinginlik taşıyor. Anadolu’nun çok katmanlı kent dokularından süzülen o kesintili fakat dirençli bilgi, İstanbul’un yeraltında yankılanan sarnıçlarında, Mezopotamya'nın kurak ama bereketli topraklarında, Hitit höyüklerinde saklı bir sezgiyle dolaşıyor bu pavyonda.
“Yerebasan”, görünmeyeni göstermek istemiyor. Göstermek fiilinin taşıdığı acelecilikten uzak duruyor. Onun yerine duyurmaya, hissettirmeye, çağrışım yaratmaya çalışıyor. Yapı değil ses öneriyor, anıt değil iz sunuyor. Bu yüzden bir anlatıdan çok, bir sezgi alanı yaratıyor. Ziyaretçinin zihninde değil, gövdesinde yankılanan bir çağrı bu. Kimi zaman toprağın karanlığına karşı bir güvensizlik, kimi zaman o karanlıkta saklı duran tanıdık bir ağırlık. Her iki hâl de anlamın bir parçası. Çünkü bu pavyonun amacı, doğrusal bir tarih anlatısı kurmak değil; yerin içinden gelen hafızaya kulak verecek bir iç zemin yaratmak.Bienalin en dikkat çeken yönlerinden biri, yapay zekâ ve veriyle kurulan yeni mimari ilişki. Mimarlar artık algoritmalarla birlikte düşünüyor, malzeme seçiminden iklim tepkilerine kadar kararlar veriyle şekilleniyor. Bu teknik doğruluk, sezgisel yaratımın yerini almıyor ama onu yeniden çerçeveliyor. Mimarlar artık yalnız değil. Yanlarında mühendisler, sanatçılar, biyologlar, nörologlar, botanikçiler var. Disiplinler arası sınırlar bulanıklaşıyor. Her biri, geleceğin mekânını farklı bir epistemolojiyle inşa ediyor.
Mimarlık artık bir şey üretmekten çok, bir şey üzerine düşünmenin yolu. Karşımıza çıkan yapılar bitmiş birer sonuç gibi durmuyor; içinde sorular taşıyan, üzerine eğilmek isteyen öneriler gibi hissediliyor. Her kavşakta yeni bir anlam beliriyor. Her yapının içinde sessiz bir soru gömülü. Venedik, sergilenen düşüncelerin bedenine dönüşen bir şehir. Mekân olmayı çoktan aşmış. Taşlar, su, nem, sessizlik... Hepsi bienalin söylemine birer kelime ekliyor.
Bu yılki bienal, zamanı yakalamaya çalışmıyor. Onunla birlikte akıyor. Mimarlık, durağan tanımlardan uzaklaşıyor. Formdan çok geçişlere, sınırdan çok açıklıklara yöneliyor. Yapılar sabit değil, temaskâr. Düşünceyle temas eden, insanla ilişki kuran, mekâna değil yaşantıya yer açan formlar beliriyor. 2025 Venedik Mimarlık Bienali bu geçişin tam ortasında duruyor. Şehirde bir yapı inşa etmekten çok, düşüncenin barınabileceği bir alan açmayı teklif ediyor. Belki de sorulması gereken bu: Ne inşa etmeli? Ne kadarını boş bırakmalı?
Artık bu alanın seyircisi değilim. Yıllar içinde biriken deneyim, beni yalnızca bakan bir göz değil, hisseden, sezgileriyle ilerleyen bir bilinçle taşıyor o sergilere. Her yıl yeni sorularla gelen, her yıl daha dikkatli bakan bir zihinle yeniden orada olacağım. Çünkü bazı mekânlar yalnızca içinde yürüdüğün değil; düşünmenin ne demek olduğunu öğrendiğin yerlerdir. Venedik, tam da böyle bir şehir.
Benim İçin Kişisel Bir Bienal Haritası
Venedik, benim için bienalin gerçekleştiği bir mekân olmanın çok ötesinde; sergilenen her fikri kendi dokusuyla çoğaltan, düşünceye beden veren bir karakter. Bu karakterin içini her yıl yeniden okumaya çalışan biri olarak, ben de kendimi bu yıl farklı bir noktada buluyorum. Yıllardır sayısız edisyonunu gezmiş, kimi zaman bir grubun rehberi olarak, kimi zaman tek başıma bir defterin satırları arasında mekik dokur gibi izleyici olmuş biri olarak, artık bu bienalin benim için bir seyirlik değil; bir zihin iklimi hâline geldiğini hissediyorum. Her yıl yeniden karşılaştığım mekânlar, Arsenale’nin beni her zaman büyüleyen tarihsel dokusu, Giardini’nin bahçesinde esen tatlı rüzgâr, şehirde serpiştirilmiş bağımsız enstalasyonlar hepsi belleğimde derin görsel izler ve düşünsel çağrışımlar taşıyor. Aynı mekânda, farklı yıllarda, bambaşka anlamlar inşa ediliyor. Her bir pavyonun taşıdığı güncel tema, geçmişte bıraktığı tortularla birlikte o anı bir düşünme durağına dönüştürüyor. Bienal, benim için bu yüzden bir sergi değil; mekânla anlam arasında kurulan ilişkiyi her yıl yeniden tanımlama fırsatı sağlayan bir sanatsal düşünme pratiğidir.
Bu yıl içimde daha derin bir sessizlikle yaklaşıyorum bienale. Aceleci adımların yerini, dikkatli bir duruşun almasını istiyorum. Açılış günlerinin kalabalığı azaldığında, şehrin karmaşası usulca çekildiğinde, mekânın sesini daha net duymayı umuyorum. 2025 edisyonunu, hem temaya hem detemanın mekânlarla kurduğu ilişkiye dikkat kesilerek gezmek istiyorum. Her bir yapı, her bir boşluk, her bir ses yerleştirmesi benim için sadece “görülmesi gerekenler” listesinde değil; zihnimde iz bırakacak, belleğe yerleşecek, bir düşünceyi değiştirecek potansiyeller barındırıyor. Bu nedenle bu yıl bienali, daha katmanlı, daha sabırlı, daha içe dönük bir yaklaşımla takip etmeye kararlıyım. Her sergiye, her mekâna biraz daha derinden bakmak; yüzeyde kalanı değil, ardında saklı olanı duymak istiyorum. İsterseniz siz de bu deneyime eşlik edebilirsiniz. Her sene olduğu gibi bu yıl da, kendimden çok şey katmadan, gözlemlediğimi olduğu gibi aktarma titizliğiyle, sergileri Instagram üzerinden sizinle paylaşacağım. Fiziksel olarak orada olmasanız bile, mekânların taşıdığı anlamlara birlikte temas edebiliriz.
Dünyanın meseleleri artık yalnızca gazetelerin ya da akademik tartışmaların konusu değil. Her birimiz, ister istemez, bir kriz çağının yükünü zihninde taşıyor. İklim değişikliği, toplumsal kırılmalar, dijital yabancılaşma, ekolojik kayıplar… Bienal de bu gerçeklikten azade değil. Mimarlığın bu yükü nasıl taşıyabileceğini, yapının bu karmaşık çağrılara nasıl cevap verebileceğini görmek istiyorum. Aynı zamanda bir umut arıyorum. Teknolojinin yalnızca bir hız ya da kolaylık değil, bir onarıcı olabileceği fikri—bunu görmek istiyorum. Algoritmaların, verinin, yapay zekânın, bizi yalnızca yönlendiren değil; yaralardan geçiren, iyileştiren bir rol üstlenip üstlenemeyeceğini anlamak istiyorum.
Bu düşüncelerle hazırlanıyorum 2025 Venedik Mimarlık Bienali’ne. Artık bu alanın seyircisi değilim. Yıllar içinde biriken deneyim, beni yalnızca bakan bir göz değil, hisseden, sezgileriyle ilerleyen bir bilinçle taşıyor o sergilere. Her yıl yeni sorularla gelen, her yıl daha dikkatli bakan bir zihinle yeniden orada olacağım. Çünkü bazı mekânlar yalnızca içinde yürüdüğün değil; düşünmenin ne demek olduğunu öğrendiğin yerlerdir. Venedik, tam da böyle bir şehir. Bana her seferinde sadece estetik değil, düşünce biçimi armağan eden bir yer oldu. Bu yıl onu daha da derinlemesine solumak, katmanlarını yalnızca gözle değil iç sesle de takip etmek istiyorum. Çünkü zamanla, bu düşünsel yolculuğun beni taşıdığı yerde, üzerimde taşıdığım o kadife kumaşın—yani benliğimin—daha da inceldiğini, nitelik kazandığını ve başka türlü parlamaya başladığını görüyorum. Tatminimi sağlayan da bu zaten; başka türden bir açlık taşımıyor gözüm.

Yorum Yazın