Sabahattin Ali, Aldırma Gönül’ü Sinop Cezaevi’nin soğuk duvarları arasında yazarken aslında yalnızca kendi kaderinin ağırlığını anlatmıyordu. O dizelerde, bugün hâlâ pek çok insanın yaşadığı haksız tutuklamaların, bastırılmış seslerin, adaletsizliğin ve elinden alınan özgürlüklerin acısı vardı. Aradan yıllar değil, neredeyse bir çağ geçmiş olsa bile şiirin hâlâ yüreğimize dokunmasının nedeni basittir: Özgürlüğün insan ruhundaki yerini kimse silemez. Ruh, özgürlüğü unutmamak üzere yaratılmıştır.
Şiir şöyle sesleniyordu Sabahattin Ali, Aldırma Gönül ile;
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma
Görmek istersen denizi
Yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Mahpus yata yata biter
Aldırma gönül, aldırma
Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah’a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma
Sabahattin Ali’nin bu dizeleri yalnızca bir mahpusun kendi kendine tesellisi değildir; aynı zamanda tarihin sabit duruşuna karşı insanın değişmeyen özgürlük arzusunun da manifestosudur. Çünkü tarih yerinde durur; zamanın akışı içinde değişmeyen tek şey, insanın adalet ve özgürlük arayışıdır. İnsan doğası gereği hareket hâlindedir; fikir üretir, sorgular, ilerlemek ister. Ne kadar engellenirse engellensin, yürümeye devam eder.
İnsanı durdurmak, insanlığın akışını durdurmak değildir.
Bugün birilerini susturmak, kapatmak, sesini kısmak isteyenlerin unuttuğu da tam olarak budur. Dünyanın tüm duvarları birleşse bile insanın içindeki özgürlük duygusunu kuşatamaz. Çünkü özgürlük sadece bir hukuk meselesi değildir; insan olmanın merkezinde duran bir varoluş hâlidir. Bu nedenle baskı dönemleri ne kadar sertleşirse sertleşsin, insanın içindeki özgürlük inancı bir şekilde yaşamaya devam eder.
Bir kuşu kafese koyabilirsiniz. Kanat çırpmasını durdurabilirsiniz belki, gökyüzüne karışmasını engelleyebilirsiniz. Ama kuş uçmayı unutmaz. Çünkü uçmak onun doğasında vardır. Kafes ne kadar parlak olursa olsun, ne kadar sağlam yapılmış olursa olsun, kuş gökyüzünün genişliğini bilir. İnsan da böyledir: Ne kadar kapatılsa da özgürlüğün ne olduğunu unutmaz; özgürlük bir kez tadılınca unutturulamaz.
Her haksız tutuklama, toplumun vicdanında sessiz ama derin bir sızı bırakır. Bu sızı bazen bir şiirde yankı bulur, bazen bir çocuğun bakışında, bazen bir annenin bekleyişinde. Bu yüzden adaletsizliğin yarattığı etki yalnızca kapatılan kapıların ardında kalmaz; toplumun ortak hafızasına işlenir. Tarih bu hafızayı saklar ve zamanı geldiğinde açar.
Ve hayat, her dönemde bize aynı gerçeği hatırlatır: Tarih, yaşananları unutmadan saklayan bir hafızadır. Tarih, insanları şu ya da bu tarafta konumlandırmaz; yalnızca olanı biteni kaydeder. Ama insanın kendisi, yaşadığı çağın aynasında yüzüne bakmak zorundadır.
Bugün karşılaştığımız adaletsizliklere göz kapayanlar da, onları düzeltmek için çabalayanlar da zamanın akışı içinde aynı kayıt defterinin bir parçası hâline gelir. Tarih geriye dönmez; fakat yaşananların anlamını kavramamız için sabırla bekler. Asıl sorumluluk, bu yüzleşmeyi ne kadar ertelediğimizde yatar. Bu nedenle kendimize sormamız gereken soru şudur:
“Ben bu dönemde neyin yanında durdum? Doğrunun mu, yanlışın mı? Vicdanım mı, nefessiz bırakılanların mı?”
Eğer vereceğimiz cevap “Tarihin doğru yerindeydim” ise, işte o zaman özgürlüğün de, adaletin de gerçeği olur. Çünkü tarihin doğru yerinde durmak, sadece bir tutum değil; insanlık onuruna yakışan bir duruştur. Adaletin gerektirdiği yerde susmamak, haksızlık karşısında başını öne eğmemek, insanın kendine ve topluma karşı sorumluluğudur.
Aldırma Gönül şiiri, bu sorumluluğun sesidir aslında. Bir mahpusun duvarlar arasında yazdığı birkaç dize, yıllar sonra toplumlara adalet duygusunu hatırlatan bir çağrıya dönüşmüştür. Şiir, bireyin başını öne eğmemesini öğütlerken, toplumların da onurunu, vicdanını ve özgürlük inancını koruması gerektiğini hatırlatır.
Bugün hâlâ bu şiiri okuyor olmamız bir tesadüf değildir. Çünkü şiir, salt geçmişin bir hatırası değil; bugünün yaralarına da dokunan diri bir sestir. İçinde barındırdığı özgürlük arayışı, hakkaniyet talebi ve dimdik durma çağrısı hâlâ günümüzün en yakıcı meseleleri arasındadır. Şiir, dünle bugün arasında bir köprü kurar; o köprünün üzerinde yürürken hem geçmişi hem bugünü yeniden düşünmemizi sağlar.
Ve belki de tam bu nedenle, Sabahattin Ali’nin sesinden yükselen o sade fakat güçlü cümle, yılların ötesinden bugüne hâlâ dokunur. Çünkü insanlık hâlâ aynı sınavlarla karşı karşıya; hâlâ aynı sorular etrafında dönüyor, hâlâ aynı yaralardan sızlıyor. Fakat bütün bunlara rağmen şiirin içindeki umut, direnci besleyen bir ışık gibi kalıyor. Sabahattin Ali’nin sesinden yükselen o sade fakat güçlü cümle, yılların ötesinden bize hâlâ dokunur. Yeter ki:
“Başın öne eğilmesin…”

























Yorum Yazın