İcad edildiğinde -görenleri şaşkınlık içinde bıraktığı için- “şeytan arabası” denen bu alet bugün şehrin yaşanabilir bir yer olması için neden yeni deneyimlere yol açmasın? Her pedal çevirişimde bu heyecan verici aletin şehirleri iyileştirmek için nasıl bir dönüşüm yaratabileceğini hayal ediyorum.
Bisikletten söz ederken önce aklıma Marcel Duchamp'ın hazır nesne (ready-made/objet-trouvé) olarak ikonik sanat yapıtı "Bisiklet Tekerleği” (1913) geldi.
Duchamp dizisel üretilmiş, gündelik yaşamda hazır bulunan, sıradan nesnelerin sanat yapıtına dönüşebileceğini iddia ederek önemli bir kırılma yaratmıştı. Seçme eyleminin kendisinin bir nesneyi sanat yapıtına dönüştürebileceğini göstermişti. Eylemin kendisi hiçbir beceri, ustalık gerektirmediği için de sanatın herkesin yapabileceği bir uğraş olduğunu.
Bisiklet bu iddiasını kanıtlamak için zannedersem biçilmiş kaftan. Her bir parçası dizisel olarak üretiliyor. Değişik parçaların hiç birinin üzerinde ustaların izleri, işaretleri yok. Ama bisiklet kullanmak, onu yaşama katmak ustalaşmak anlamına gelebiliyor. Yaptığınız seçmelerle kendinize özel bir bisiklet üretebiliyorsunuz. Kullanım amacınıza göre bisikletinizi değiştirebiliyorsunuz. Eskiyen, bozulan parçaları ikinci el başka parçalarla yenileyebiliyorsunuz. Her işe yarayacak parça geri kazanılmak üzere saklanabiliyor.
Sanki bisiklet bir kere üretildikten sonra geçen her dakika, her pedal çeviriş onu ustalığa dönüştürebiliyor. İstanbul gibi şehirlerde ve zor koşullarda kullanmak üzere.
Bisiklet bir taraftan bir dizisel üretilmiş bir nesne iken aynı zamanda onun metalaştırıcı koşullarına sanki bir karşı koyuş.
Bisiklete binerken herkesin heyecan duyması bana şunu hatırlatıyor:
Her şey, kuşatıldığımız bütün kullanım nesneleri, dizisel üretiminin konuları… Ama şurası önemli, onun dediği gibi: “Her şey bir sanat eseri” olabilir. Bu hayatı estetikleştiren bu karşılık olmalı…
Bisiklet kullandıkça nasıl bir meta olmaktan çıkıyorsa, öyle.
Duchamp’ın "Bisiklet Tekerleği" işlevden bağımsız, amaçsız bir imgeye dönüşerek seçimin bir sanat olduğunu gösteriyor. O zaman “imar” planları, ulaşım projeleri, yatırım projeleriyle, onları yaratan mimarlıkla kavramaya ve şekillendirmeye çalıştığımız şehirler, mekanlar neden her birimiz için sanat yapıtlarına dönüşmesin? Neden her şey, kuşatıldığımız bütün kullanım nesneleri de araçsal varlıklar olmaktan çıkıp bir tür sanatsal deneyim yaşayabileceğimiz eylemliliklerle kavranmasın? Hem sanat, hem de politika: Hazır kalıplar, dayatmalar, işlemeyen kurallar, piyasa aracılığıyla gerçekleşen değil, özgürleştirici bir pratik olarak müşterek alan. Sanatsal bir işlev kazanan objeler ve özgürleşen hayatlar…
İcad edildiğinde -görenleri şaşkınlık içinde bıraktığı için- “şeytan arabası” denen bu alet bugün şehrin yaşanabilir bir yer olması için neden yeni deneyimlere yol açmasın? Her pedal çevirişimde bu heyecan verici aletin şehirleri iyileştirmek için nasıl bir dönüşüm yaratabileceğini hayal ediyorum.
Bisiklet hatıraları
İstanbul’da kimi seyyar esnaf bisikletten bozma “üçteker” kullanırdı. (“Üç tekerlekli bisiklet” diyenler oluyor, “üçteker” ya da “trisiklet” demenin daha doğru olacağını düşünüyorum.)
Süt, yoğurt, yumurta örneğin kimi semtlerde kapıya gelirdi. O zaman sütçülerin “üçteker”lerinin ön kısmında taşıma sürme kapaklı bir taşıma kutusu olurdu. Cam kase içindeki yoğurtlar (tozlanmasınlar ve kaymasınlar diye) kutunun içindeki raflara yerleştirilirdi.
Bu kutunun sürücüye dönük kapalı kısmına yerleştirilen bir tutamak “gidon” işlevi görürdü. Ancak o zamanın teknolojisiyle öndeki tekerlere fren tertibatı yapmak zannedersem biraz zor olduğu için ortada büyük bir pedal bulunurdu. Bu pedal yalnızca arka tekeri durdurmaya yarardı.
Bu durumda yüklü haldeki bir “üçteker”i durdurmak zannedersem bayağı zor olmalıydı. Bizim mahallenin sütçüsünün, denize doğru yokuştan inerken bir ayağı ile fren yaparken diğer ayağını yere sürterek yavaşlatmaya çalıştığını hatırlıyorum. ekmek teknesini. Bu yüzden bir ayakkabısı hep delikti. Yakın bir mesafeden, göçmenlerin yaşadığı arka semtte, Fikirtepe’deki mandırasından mahalleye getiriyordu, sütü.
Ambalajlı sütler çıkınca ona karşı aleyhte bir kampanya başlatıldığını hatırlıyorum. “Süte ne kadar su katıyorsun, içinde sütün dışında ne var” gibi sorular sorulmaya başlanmıştı. Sonra ortadan kayboldu. Zannedersem biraz da yaşlanmıştı. Ama çocukları bu işi sürdürmediler.
‘Bana başka hangi “üçteker”li esnaf hatırlıyorsun’ diye sorarsanız, ki tek tük de olsa bazı semtlerde onlardan hala var, benim aklımda kalanlar mısırcılar, pamuk helvacılar, kestaneciler, simitçiler, poğaçacılar, tatlıcılar, turşucular, dondurmacılar…
Yani aklınıza gelen ne kadar seyyar satıcı varsa, hepsinin ekmek teknesi “üçteker”di. Yakındaki fırından taze ekmek dağıtımının da bunlarla yapıldığını hatırlıyorum.
Seyyar esnaf için bu araçları üreten küçük atölyeler vardı.
Eğer zihinsel üretimi destekleyen, nesneleri, mekanları araçsallaştırmayan katılımcı müşterek alan siyaseti olsaydı, şehir piyasa odaklı şiddete teslim olmazdı. Her eylemlilik biçimi plancılar ve tasarımcılar için yerel gelişmeyi destekleyecek eşsiz deneyim fırsatları olarak görülürdü.
Kamusal niteliğin kaybı ve piyasa bağımlısı gelişme modeli şehirle ilgili her şeyi birer metaya çevirmeye, şehrin zenginliği olan küçük ölçekli üretimi imha etmeye çalışırken, bisiklet bizi dönüştürebilir.
Bugün şartlar değişti. Bisikletçilik artık ustalık değil, sanki bir sermaye işi halini almış durumda. Artık üç beş liraya Kuşdili Çayırı’nda bisiklet tamiri yapan ustalar yok. Bağdat Caddesi’nde falan gösterişli mağazalar var. Bakıyorum sanki bisiklet de bir tüketim objesi gibi. Bisikletçiler eskisi gibi değil.
Kişisel bisiklet hikayem
Bisiklet hayatımızı, kişiliğimizi değiştiriyor. Hayatımızın dönüm noktalarına işaret ediyor. Bisikleti her şeyiyle kimliğimizin bir parçasına dönüştürüyoruz. Hayatımızı onunla hatırlıyoruz.
3-4 yaşlarında üç tekerlekli, tahta gövdeli küçük bir bisikletim olmuştu. Üzeri kırmızı muşamba kaplı. Onun eve geldiği günün ertesi sabahı hiç aklımdan çıkmaz. Pazar günü olduğu için annem babam daha uykudaydı. Koşuyolu’ndaki evin önündeki terasın parmaklıkları henüz yapılmamıştı. Bu terasta dönüp dururken bir anda aşağı uçtum. Sonra hiçbir şey olmamış gibi, sokak kapısına geldiğimde yataktan fırlayan babamın pijamasının yırtıldığını hatırlıyorum.
İlkokula başlarken, en yakın arkadaşıma babası Galata’dan Olmo marka İtalyan malı, mavi renkli bir bisiklet aldı. Babam (ben bir şey söylemeden) ertesi günün akşamı o bisikletin aynısı ile eve geldi. Artık bisiklet cambazı olmuştum. O tarihlerde uçurum kenarlarında, tepelerde bisikletle dolaşıyorum diye ailemin uyarıldığını, hatta bisikletle takla attığımı falan hatırlıyorum. Bisiklet ayrılmaz bir parçam olmuştu.
Sonra aklıma ilkokulu bitirdiğimde bana alınan Fenerbahçe’nin en güzel bisikleti geldi. Babamla Galata’ya gittik, istediğim renkte bir Peugeot bisiklet almak üzere. O zamanın bilinen en iyi bisikleti. Böylece 28 jant bir bisikletim olacaktı. Kuledibi’ndeki mağazaya girdiğimizde zeminde sergilenenlerin üstünde, tavana asılmış pırıl pırıl parlayan bir yarış bisikleti gözümü aldı. Peugeotlar’dan gözümü kaldırıp, “ onu istiyorum” dedim. Bisiklet Motobécane markasını taşıyordu. Satıcı onu mağazaya hava katsın diye getirmiş. Babam bana baktı, bana ödül olarak alacak. Artık geri dönüşü yok. Sonra satıcıya fiyatını sordu, Diğerlerinden kat kat fazlaydı. Satıcı (Alber miydi adı?) babama “bunun kadrosu, jantları çok özeldir, Tour de France’da yarışçıların kullandığı cinstendir ama bu küçük çocuk için bu yarış bisikleti biraz fazla gibi” bir şeyler söyledi.
Ama yapacak bir şey yoktu, artık. Bisiklet alındı, arabaya kondu. Eve geldik. Diğerini bir akraba çocuğuna hediye ettik.
Benim kıpkırmızı yanan Motobécane Fenerbahçe'nin en güzel bisikleti olarak ün yapmıştı. Büyükler benden onu “bir tur atabilir miyim” diye istiyordu. Onun sayesinde bir dolu arkadaşım oldu. Onlar da babalarına aldırmak istiyorlardı ama bulabildikleri ancak Peugeot’nun yarış bisikletleriydi. Eşi benzeri yoktu. Artık Fenerbahçe, Moda arasında turluyordum. Bazen de Çamlıca’ya bile çıktığımı, Acıbadem inişinde 100 km/saati aştığımı, Beykoz’a kadar gidip döndüğümü hatırlıyorum. Ama bu hafif bisikletin bir kusuru vardı. Lastikleri çok inceydi. Bu yüzden birkaç kere kaza geçirdim. Bir keresinde önümde aniden fren yapan dolmuşa arkadan çarpmış, üzerinden uçarak önüne düşmüştüm. Bisiklet de dolmuşun altına girmişti. Neyse ki jant akorları falan yapmayı öğrenmiştim. Ayarı bozulan furçları da üzerine çıkıp, “zıplama presi”yle düzeltmeyi. Yıllar geçti. Üniversiteyi bitirdim. Kalamış’ta çocukluğumun geçtiği eve taşındım. Artık araba kullanıyordum. Bisiklet çocuklukta kalmıştı. Ama gene de içimde arzu uyandı.
Bisikleti merdiven altından çıkardım, Kuşdili çayırındaki ustaya götürdüm. Aynı usta hala oradaydı. Beni şaşırtan ustanın aynı geçmişte benim geçmişte olduğu gibi çocuklarla haşır neşir olmasıydı. Görünürde benden başka bir tane yetişkin müşterisi de yoktu. Bisikleti aldı, gözümün önünde ayarlarını, akorlarını yaptı, zinciri temizledi, yağladı, lastiklerini şişirdi, fren pabuçlarını değiştirdi... sonra benden komik sayılabilecek bir para aldı, 5 lira gibi. Yaşlı usta galiba şaşırdı diye düşündüm. Sordum: “Bu kadar mı?” O da şaşırdı, fazla aldım zannetti. “Hayır hiç olur mu” dedim. İkimiz de demek ki aynı şaşkınlığı yaşa. Adamcağız çocuklarla o kadar iç içe geçmişti ki baktım o zamanın madeni paralarıyla her işlerini yapıyor. O zamanın bisikletleri de şimdikilerden daha zarifti. Günümüzde zannedersem ustaların emeği daha da değer kazandı ve sanki erişilmez hale geldi. Ancak benim yaşadığım örnekte olduğu gibi hala sermaye sahibi olmamış, emeğiyle işini sürdüren, yerelde hizmet veren ustalar bulmak mümkün. Büyükada'ya ilk geldiğimde çocukluk yıllarımdan kalan eski ustalardan hala vardı. Zannedersem çocuklarla haşır neşir oldukları için fazla bir sermayeleri yoktu.
Bu nedenle elden düşme eski bisikletleri birkaç liraya kiraya verirlerdi.
O bisikletlerin de lastikleri de eski olduğu için Büyüktur’da patlar, bisikleti saatlerce yürüyerek geri getirmek zorunda kalırdık. Solüsyonla tamir etmeyi iyi bildiğim için –elbette ki bulursam- pompa takılı olanları ve küçük sele arkası çantalı olanları tercih ederdim.
Bugün şartlar değişti. Bisikletçilik artık ustalık değil, sanki bir sermaye işi halini almış durumda. Artık üç beş liraya Kuşdili Çayırı’nda bisiklet tamiri yapan ustalar yok. Bağdat Caddesi’nde falan gösterişli mağazalar var. Bakıyorum sanki bisiklet de bir tüketim objesi gibi. Bisikletçiler eskisi gibi değil.
“Bakım mı istiyorsun? Şimdi zamanım yok… Kışın, hafta içinde gel.”
Buna karşılık bisikletçiler sanki daha da iyi organize olmuş gibiler. Toplu geziler düzenliyorlar. Kar amacı gütmeyen kuruluşlar, bisiklet üzerine fikir üretenler var.
Neler, neler, neler yapılmaz?
Antika bisiklet paradları… Pazar yerinde parça takası, bisiklet değiş tokuşu… Amatör tamircilik… Hatta sosyal faaliyetler, hafıza turları. Ne iyi olur diye düşünüyorum
Bisiklet Tekerleği (Roue de Bicyclette)
Duchamp’ın ilk “ready-made” eseri olarak kabul edilen Roue de Bicyclette, bisiklet tekerleği ve mutfak taburesinin, amacı olmayan bir eşyaya dönüştürülmesi. Zamanın yerleşik sanat kavramından oldukça farklı olan 1913 yapımı Roue de Bicyclette‘in orijinali kayıp. Ancak Duchamp 1951 yılında tekrar yarattı.

Yorum Yazın