Cinayet, insanoğlunun işleyebileceği en ağır suçtur. Tarihin her döneminde, hangi sebeple olursa olsun, bir insanın yaşam hakkına kastetmek bütün toplumların en büyük ayıbı olmuştur. Fakat dikkat çekici olan nokta, suçun bile zamanla yozlaşmasıdır.
Eskiden, ne kadar garip gelse de, “racon kesme” diye adlandırılan, göze baka baka yapılan infazların kendine has bir felsefesi vardı. Adam öldürmenin mazur görülecek bir tarafı elbette olamaz; ancak o vahşetin içinde bile bir “hesaplaşma biçimi”, bir tür “göz hakkı” gözetilirdi. Fail, mağdurun gözlerinin içine bakarak o son hamleyi yapar, belki intikam duygusunu soğutur, belki de öldürdüğü kişiye son bir yüzleşme hakkı tanırdı.
Psikologlar bu davranışı birkaç sebeple açıklıyorlar: Fail, mağdurun gözlerine bakarak aslında tam bir üstünlük ve hakimiyet sergiler. “Benim gücüm senin yaşam hakkını elimden alacak kadar büyük” mesajı verir. Kimi zaman öfkesini dindirmek, intikam duygusunu tatmin etmek için mağdurun korkusunu ve çaresizliğini gözlerinde görmeye ihtiyaç duyar. Bazı durumlarda bu, geçmiş hesapların bir tür yüzleşmesi olur. Tetikçiler genellikle vicdan azabını azaltmak için mağdurun yüzünü görmez; ama gözüne baka baka öldürmek tam tersine, vicdanı bastırma eylemidir. Hatta bazı psikiyatristler bunu antisosyal kişilik bozukluğu ya da psikopatiyle ilişkilendiriyor.
Bir başka açıdan, mafya ya da çete kültüründe bu, cesaret göstergesi sayılır: “Korkmadım, yüzüne bakarak yaptım.” Yani kültürel bir “erkeklik” koduna da dönüşür. Ama hangi gerekçeyle olursa olsun, mağdurun gözleriyle bağ kurarak can almak, suçu daha da vahşi kılar. Çünkü gözler, hayatın son penceresidir; failin o pencereye bakarak öldürmesi, yalnızca bedene değil, vicdana da saldırıdır. Fakat bugün artık bu bile yok. Suçun raconu bozulmuş, yerini arkadan vurmanın soğukluğu almıştır.
Bugün ise bambaşka bir tabloyla karşı karşıyayız. Artık tetikçiler iş başında. İşin raconu bile kalmadı. Geçtiğimiz günlerde bir spor kulübü başkanının, kalabalık bir kafenin ortasında, yemek yerken arkasından vurulması… Çocuklarıyla yürüyen bir babanın, tam da onların gözleri önünde, karşıdan karşıya geçerken sırtından infaz edilmesi… İşte bu manzaralar yalnızca bir cinayet değildir; bu, toplumun içine işleyen bir çürümenin dışa vurumudur. Arkadan vurmak, yalnızca bir infaz biçimi değil, aynı zamanda toplumun vicdanına saplanan bir hançerdir.
Bugün geldiğimiz noktada suç bile seviyesini kaybetmiştir. Canilik artık yalnızca can almıyor; onur, değer, vicdan, insanlık duygusunu da birlikte öldürüyor. Toplumun ahlaki bozulmasını görmek için gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına bakmamız yeterlidir. Ve en korkuncu da şu: Eğer biz bu gidişe “normal” gözüyle bakmaya başlarsak, asıl büyük cinayet işte o zaman işlenecektir. Çünkü en büyük ölüm, toplumun vicdanının ölümüdür.
“Arkadan Vurulan” Muhalefet, Cinayet Silahı; Hukuk ve Yargı
Toplumdaki bu yozlaşma, yalnızca bireysel suçlarla sınırlı değil. Aynı çürümenin, aynı hoyratlığın, iktidarın kurduğu oyunlarda da vücut bulduğunu görüyoruz. Artık devletin eliyle işlenen hukuksuzluklar, kaybolan toplumsal desteğin yerini doldurmak için kullanılan birer silah haline gelmiş durumda. Oyun basit: Düşman yarat, hedef göster, sonra tüm gücüyle saldır. Hukukun, adaletin, vicdanın zerre kadar önemi yok. Eskiden hiç değilse “bir gerekçe sunma”, “bir meşruiyet görüntüsü verme” kaygısı güdülürdü. Bugünse öyle bir kaygı dahi kalmadı. Yeter ki hedef susturulsun, itibarsızlaştırılsın, ortadan kaldırılsın.
Bu, intikamın bile ötesinde bir hoyratlık. Çünkü intikamda bile duygunun bir payı vardır. Oysa bugün gördüğümüz tabloda yalnızca sonuca ulaşmak var: Sessizlik sağlansın, muhalif sesler kesilsin, geriye sadece iktidarın borazanı kalsın. Bu kadar çıplak, bu kadar fütursuz bir güç kullanımı, işte toplumun köküne inen asıl çürümeyi bize gösteriyor. İktidar da artık toplumu gözünün içine bakarak değil, arkasından vurarak yönetmeye çalışıyor.
Tüm bu fütursuzluğun asıl sebebi çok açık: Halk desteğinin hızla erimesi. Anketler artık gerçeği saklamıyor. İktidarın yıllar boyunca dayandığı geniş toplumsal zemin giderek daralıyor. Ve işte tam da bu yüzden hukuk dışı yollar, baskılar, oyunlar devreye sokuluyor. Çünkü gücünü halktan alamayan bir iktidar, iktidarını korumak için başka dayanaklar arar. Adaletin terazisi bozulur, kurumlar işlevsizleşir, kurallar kişilere göre eğilip bükülür. Amaç artık milleti ikna etmek değil, muhalefeti susturmak; toplumsal rızayı kazanmak değil, korkuyu hakim kılmaktır.
Bu noktada iktidarın yaptığı şey, aslında kendi çaresizliğini ilan etmekten başka bir şey değildir. Her yeni hukuksuzluk, her yeni baskı, her yeni zorbalık, sadece kaybolan desteğin daha görünür hale gelmesine yol açmaktadır.
Bu yazıyı kaleme alırken çok tereddüt ettim. Çünkü bana göre katilin her türlüsü katildir; zulmün, şiddetin, can almanın ayrımı olmaz. Zulmün rengi, biçimi, yöntemi değişse de geride bıraktığı karanlık aynıdır. Benim derdim, hiçbirini meşrulaştırmak değil; sadece toplumun içine işleyen yozlaşmayı, suçun bile biçim değiştirmesini göstermekti. Bu noktada 16. yüzyıl düşünürlerinden Sebastian Castellio’nun şu sözü, aslında yazının özünü özetler:
“İlkeyi savunmak için birini öldürmek, aslında bir insanı öldürmektir, ilkeyi savunmak değil.”
Bu cümle, katilin gerekçesinden bağımsız olarak katil olduğu gerçeğini, şiddetin hangi sebeple yapılırsa yapılsın aynı karanlığı taşıdığını hatırlatıyor. Zulüm, ister bireysel bir infazda karşımıza çıksın, isterse devlet eliyle kurulan bir düzende… Sonuç değişmez: İnsan hayatı hiçe sayılır, vicdan örselenip adalet yok edilir.
Dikkat çekici örnekler, aslında bu yazıyı yazmama sebep oldu. Çünkü en ağır suçun bile böylesine sıradanlaşıp hoyratlaşması, sadece bireysel bir vahşetin değil, toplumsal ve siyasal bir çürümenin de işaretidir. İşte bu yüzden asıl mesele cinayetin kendisi kadar, cinayete bakışımız, hukuka, adalete ve vicdana yaklaşımımızdır.
Bir toplumun geleceğini belirleyen şey sadece yolları, köprüleri, binaları değildir. O toplumun vicdanı, adaleti ve insana verdiği değer, gerçek medeniyetin ölçüsüdür. Eğer bizler suçun bu hoyratlaşmasını, hukukun bu hoyratça araçsallaştırılmasını görmezden gelirsek, çocuklarımıza bırakacağımız tek miras, çürümüş bir düzen ve kararmış bir hafıza olacaktır. Oysa bize düşen, zulmün her türlüsüne “dur” diyebilecek bir vicdanı korumak ve yeniden ayağa kaldırmaktır. Çünkü adaletin olmadığı yerde hiçbir insan, hiçbir fikir, hiçbir gelecek güvende değildir.

Yorum Yazın