Kanal İstanbul projesinin asıl faillerinin görünen özneler -yani siyasetçiler ve sermaye değil- onların arkasına saklanan, bu nedenle görünmeyen, ama anahtar bir rol oynayan başka aktörler oldukları söylenebilir. Bunları “hakikat üreticileri” olarak adlandırmak zannedersem mümkün. Çünkü her koşulda kendilerini göstermedikleri için sembolik faaliyetlerin kurgusal olduğunun inkar edilmesine dayanan bir politik durum yaratıyorlar. Bu görünmeyen failler, karanlık düğüm noktaları oluşturarak oligarşik ilişkilerin inşa edilmesinde rol alıyor. Planlar ve projeler objektif kriterlerle sorgulanamıyor, alternatifleri ortaya çıkmıyor. Temsil edilenler de böylece taraf seçmek zorunda kalan donanımsız, bilgisiz kitleler haline dönüşüyor.
Kamusal bir projeyi tartışabilmek için bu soruyla başlamak yerinde olabilir. Bu projenin müellifi kim sahiden, biliyor muyuz? Projeye itiraz edenlerin ve yandaş olanların zannedersem ihmal ettikleri soru bu. Son olarak Kanal İstanbul’a çevresine olan etkileri nedeniyle itiraz eden bilim çevrelerinin, uzmanların yanında muhalefetten referandum yapılması, projenin halk oylamasına sunulması talebi de geldi.
Peki diyelim ki bu talep gerçekleşse, halk karşısına konan projeyi kabul etse ya da etmese, yöntemde bir değişiklik olacak mı? Hiç zannetmiyorum.
Geçtiğimiz hafta Ulaştırma Bakanı Sayın Uraloğlu ve Çevre ve Şehircilik (ve İklim) Bakanı Sayın Kurum’un kafaları karıştıran çelişkili açıklamalarının arkasındaki mesele bu olmalı. Projeyi bir fikir ürünü olarak değil, uygulama gibi görmeleri. Bu nedenle bir taraftan sanki proje uygulama aşamasındaymış gibi milyarlarca liralık ihaleler yapıyorlar. Diğer taraftan da merkezi yönetimin geleceğindeki belirsizlikten dolayı yatırımcılarda oluşması muhtemel tereddütleri aşmak için ellerinden gelenleri yapmaya çalışıyorlar. Böylece Kanal İstanbul bir proje olmaktan çıkıyor, betonla, uygulamayla vücut bulan bir hayalete dönüşüyor.
Kafaları karıştıran bu durumdan kurtulmanın çaresi ise Kanal İstanbul’un bir proje olduğunu hatırlamak. Bunun için sormak istiyorum: Marmara Denizi ile Karadeniz’i birleştirecek bir kanal açma fikri kimden çıkmış olabilir?
Kanal İstanbul Projesi’ni kim yaptı?
Birinci -ve bilinen- cevap: Projeyi iktidar çevreleri geliştirdi.
Yaygın kabul görse de bu cevap benim için tatmin edici değil. Yakın tarihlerde kamusal alanda gerçekleştirilen tünel, köprü, enerji, kentsel dönüşüm gibi kamusal alandaki büyük projelerin iktidarlar tarafından geliştirildiğinden şüphe duyuyorum Gerçekleştirilen birçok projede söz konusu olduğu gibi iktidarların da bizim gibi sonradan haberlerinin olduğunu düşünüyorum.
Peki başka kimler olabilir?
İkinci cevap: Projeyi bölgede gayrimenkul yatırımları ile kar elde etmeyi amaçlayan sermaye grupları geliştirdi.
Belki projenin kaynağına biraz daha yaklaşmış olabiliriz ama sermaye gruplarının kendi başlarına bu işi yapabileceklerini zannetmiyorum.
Ayrıca sermaye gruplarını arasında petrol zengini bir ülkedeki sermaye grubunun pay sahipleri gibi emeklilik sigortaları, belki Japonya’daki bir işçi bile olabilir. Çeşitli fikirleri olsa bile sermaye sahiplerinin, yatırımcıların bir girişimde bulunmaları için başka bir şeye daha ihtiyaçları var. Kendi başlarına proje geliştirmeleri de zannedersem pek mümkün değil.
Üçüncü -ve ihmal edilen- cevap: Kamunun arkasına saklanan failler, yani “hakikat üreticileri”.
Siyasetçiler ya da sermaye sahiplerinden önce plan ve projeleri geliştiren ve onlardan farklı özellikleri olan, araştırma alanlarında çalışan, bilgiyi işleyen, çok yönlü teknik meselelere vakıf başka birilerinin harekete geçmeleri gerekiyor.
Ancak sembolik sınıf denen ve kamu imtiyazlarını kullanan bu toplulukların görülmemelerinin nedeni teknik bir iş yaptıklarını iddia etmeleri ve iktidarların arkasına saklanarak kendilerini gizlemeleri. Onların asıl işlevi bir şeyleri gösterirken işleyişi gizlemek. Çünkü eğer iktidarların arkasına saklanmasalar, projeler karşımıza uygulama olarak çıkmayacak. Farklı fikirlerin de olabileceği görülecek. Yalnızca ulaşım, enerji, çevre konularında değil, Sulukule, Süleymaniye, Sütlüce, Taksim, Tarlabaşı, Kabataş’a Martı gibi uygulama aşamasında karşımıza çıkan birçok proje de böyle. Bunların arasında yabancı bir mimarlık şirketinin ve Türkiye’nin önde gelen bir üniversitesinin adı geçiyor. Büyük ihtimalle bir konsorsiyum halinde hareket ediyorlar. Ama tuhaf bir şekilde, işveren kamu gibi gözüktüğü halde, projenin asıl sahipleri yani İstanbullular bunları bilmiyor.
Kanal İstanbul projesinin asıl faillerinin görünen özneler -yani siyasetçiler ve sermaye değil- onların arkasına saklanan, bu nedenle görünmeyen, ama anahtar bir rol oynayan başka aktörler oldukları söylenebilir. Bunları “hakikat üreticileri” olarak adlandırmak zannedersem mümkün. Çünkü her koşulda kendilerini göstermedikleri için sembolik faaliyetlerin kurgusal olduğunun inkar edilmesine dayanan bir politik durum yaratıyorlar. Bu görünmeyen failler, karanlık düğüm noktaları oluşturarak oligarşik ilişkilerin inşa edilmesinde rol alıyor. Planlar ve projeler objektif kriterlerle sorgulanamıyor, alternatifleri ortaya çıkmıyor. Temsil edilenler de böylece taraf seçmek zorunda kalan donanımsız, bilgisiz kitleler haline dönüşüyor.
Projenin müellifi kim diye sorgularken Taksim’e tüneller ve Gezi’ye AVM yapmayı hayal eden kişilere söylediklerimi -Kanal İstanbul için- hatırladım: “Kanal İstanbul gibi bir projeyi hayal edebilirsiniz. Tartışmaya açabilirsiniz. Bu hayali dile getirme hakkınızı sonuna kadar (Voltaire’in dediği gibi hayatım pahasına) savunurum. Ama bu hayali zorla dayatamazsınız. Sorun sizin böyle bir hayal kurmanız değil, başkalarına dayatmanızdadır.”
(Sözlerime yalnızca Taksim ve Gezi yerine Kanal İstanbul’u koymuş oldum.)
Dikkat ederseniz iktidar tarafı da bu durumun farkında olmalı ki tartışmaları “ya bizden yanasın ya karşı taraftansın” formatına sokmaya, başka bir deyişle ideolojik markajla üzerini örtmeye çalışıyor. Gezi’deki tam da böyle filizlendiğini ve bu mucizevi müşterek alan yönetimi deneyiminin bu şekilde, şiddetsizlikle ortaya çıktığını ve tam da bu yöntemle, yani çatışmayla ve şiddetle üzerinin örtülmeye çalışıldığını hatırlayalım.
Demek ki mesele Kanal İstanbul projesinin (ya da hayalinin) kendisi değil. Mesele hayal ile gerçekliğin birbirine karıştırılmasında.
Mc Luhan “içerik hırsızların bekçi köpeklerini aldatmak için yanında taşıdıkları et parçasına benzer” boşuna dememişti. Çatışma ve şiddet içeren yöntemler toplulukları gerçeklikler üzerinden konuşmaya zorlarlar. Neo-klasik siyaset dünyası “simülakr” denilen temsillerle gerçekleri karıştırır. Bu karışıklığın maddi, yani eylemsel nedenlerinin de olduğu belli. Çünkü bu karışıklıktan istifade eden imtiyazlı bir sınıf ortaya çıkar. Toplulukları temsil iddiası altında müştereklere dair hayallerin üretildiği alan kamusal niteliğini kaybeder, özelleşir. Fikir ürünlerini geliştirme alanı, şehircilik ve mimari tasarımlar, araştırmalar güce bağımlı hale gelir ve araçsallaşır. Bu hayallerin toplulukların karşısına uygulama ya da hakikat olarak çıkması demektir. Neo-klasik dünya nasıl siyaseti ve sanatı figüratif alana hapsettiyse, tasarımı da öyle yapar. Nazi yönetimi bu yüzden taklitlerle bağları koparmaya çalışan modern denilen sanattan nefret ediyordu. Otoriterlik temsillerin sorunsallaştırılmasını kabul etmez. Bu nedenle zannedersem Goebbels “kültür deyince silahıma sarılırım” demişti. Onun kültürden anladığı da büyük ihtimalle piyasa koşullarında müzelere ve hayırseverlik kurumlarının müzelerine hapsedilerek etkisizleştirilen kamusal alandaki dolaşımı ve erişimi engellenen bağımsız sanat ve tasarım faaliyetleriydi.
Hayallerin hakikate dönüşmesi yalnızca iktidarların politik tercihlerinden ibaret değildir. İtiraz edenlerin, ya da diyelim ki muhalefetin de projeleri uygulama gibi algılamasının düştükleri tuzak tam da budur. Çünkü bu hayallerin hakikate dönüşmesinin arkasında maddi işleyişler, Althusser’in işaret ettiği ideolojik aygıtlar bulunur.
Otoriterlik ve demokrasi: İki karşıt tasarım ontolojisi
Goebbels’in şiddet içeren veciz ifadesinden hareketle zannedersem kültürün politika ile nasıl bir ilişkisinin ya da işlevinin olduğunu görmek mümkün: Kültür ya bir silah, bir şiddet aleti gibi ya da özgürleştirici, şiddeti engelleyici, iyileştirici bir işlev görebilir.
Otoriter ve demokratik rejimler, ya da “figüratif” ve “non-figüratif” politika iki ayrı tasarım ontolojisine tekabül ederler:
Birincisi imgenin bir hayal ürünü, bir temsil olduğunu inkar eder. Ona gerçeklik statüsü tanır. İkincisi imgenin bir temsil, bir hayal olduğunu gösterir. Birincisi imgenin özelleşmesini, kamusal niteliğini kaybetmesini sağlar ve şiddet üretir. İkincisi imgeyi özgürleştirir, erkle örtüşmemesini ve toplulukların nefes almasını, şiddet görmemesini sağlar.
Ancak hayallerin hakikate dönüşmesi yalnızca iktidarların politik tercihlerinden ibaret değildir. İtiraz edenlerin, ya da diyelim ki muhalefetin de projeleri uygulama gibi algılamasının düştükleri tuzak tam da budur. Çünkü bu hayallerin hakikate dönüşmesinin arkasında maddi işleyişler, Althusser’in işaret ettiği ideolojik aygıtlar bulunur. Bu tuzağa düşmeyi alışkanlık edinmiş olan muhalefet odakları da tıpkı otoriter iktidarlar gibi, aynı hakikatler üzerinden konuşurlar. Gözlerimizi gerçeklerle kamaştırarak bu maddi işleyişlerin gizlenmesini, karanlıkta kalmasını sağlarlar. Böylece kendileri de iktidardaymış gibi hareket etmeye, hakikatler altında imtiyaz ilişkileri yaratmaya çalışırlar.
Hakikat üreten sınıfların iktidar gücüyle örtüşmeleri, yarattıkları ideolojik markaj o kadar güçlüdür ki, topluluklar hipnotize olmuş gibi rehin alınırlar. Taraf olmaya zorlanırlar. Şiddet karşısında kitleler de imar rantlarını takip etmeye, ayrıcalıklarını kollamaya çalışırlar. Çünkü başka türlü hayatta kalma imkanları kalmaz.
Son bir not: Bu sınıflar aslında kapitalist dönüşümden önce de vardılar ve sınırlı bir alanda olsa iktidarı paylaşıyorlardı ve imgeler düzeninin üzerinde temsiller yaratabiliyorlar ve kuralların koyulmasını sağlıyorlardı. Ancak günümüzde, neredeyse her şey “simülakr”lara, taklitlere dönüştüğünde bu hakikat sınıfları iktidar üzerinden muazzam güç biriktiren, oligarşik ilişkiler kuran, yeni feodal düzenin kurucuları halini aldılar.
Modern demokrasilerin hukuki düzenlemelerinin –ya da hukukun üstünlüğü kavramının- anayasal temeli olan temsil meselesi üzerine kurulduğu açık. O zaman kararlar karşımıza uygulama olarak çıkmayabiliyor. En azından işaretsizleştirici olmayan, şiddetsiz bir dünya arayışının şehircilik deneyimleri böyle…
Şehirlerin neoliberal yağmaya dirençli olmasını istiyor muyuz?
Kanal İstanbul ve başkaları… Bilimi hakikat olarak inşa edenlerle, onların yarattıkları hayaletlerin birbirlerine sımsıkı sarılı olduklarını düşünüyorum, hep. En uç durumlarda, çatıştıkları durumda bile. Hayatın karmaşıklığını kendi kurgularıyla kavrayamadıkça dışarıda bıraktıklarının hayaletler olarak geri dönmelerine, vücut bulmalarına daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Onları ötekileştirdikçe daha çok güçleniyorlar. Otoriterliğin inşasında yer alıyorlar.
Kamu-özel karışımı ilişkilerle katılaşan hakikatler bilimle topluluklar arasında mesafe koyuyor, bilgi iyileştirici etkisini kaybediyor. Planlar ve projeler bu nedenle kurgulama aşamasında yapılandırılamıyor.
Oysa modern demokrasilerin hukuki düzenlemelerinin –ya da hukukun üstünlüğü kavramının- anayasal temeli olan temsil meselesi üzerine kurulduğu açık. O zaman kararlar karşımıza uygulama olarak çıkmayabiliyor. En azından işaretsizleştirici olmayan, şiddetsiz bir dünya arayışının şehircilik deneyimleri böyle…
Bu nedenle uygulama olarak karşımıza çıkan plan ve projelere itirazlarla yetinmek mümkün değil. Bu baştan eşitsizliği kabul etmek demek.
Şehirlerin neo-liberal yağmaya dirençli hale gelmeleri için fikir üretimi alanının sekülerleşmesinden başka bir çare yok. Meselenin ciddiye alınmayacak, geçiştirilecek bir durumu kalmadı. Meslek kuruluşları, STK’lar, akademik alanda çalışanlar olarak sorumluluklarımızı yeniden düşünmek zorundayız.

Yorum Yazın