Daha önce yazmış olduğum “Dış Güçler: Sert adamlar, yumuşak hafızalar” başlıklı köşe yazımda, “dış güçler” söyleminin iktidarların iç sorunlarını gizlemek için kullandığı bir araç olduğundan bahsetmiştim. Dün düşman ilan edilenin bugün dost olabilmesi, ilkesizlik ve toplumsal hafıza zayıflığının göstergesi değil midir diye sormuştum. Sonunda da, bu aşk-nefret döngüsünün gerçeği görmek yerine kolaycı bir masala inanma eğiliminden beslendiğini vurgulamıştım.
Geçtiğimiz hafta Erdoğan ve heyeti ABD’ye gitti. Ne kadar “başarı” olarak sunulmaya çalışılsa da ülkemizin itibarı açısından üzücü kareler verildi ve çeşitli anlaşmalar imzalandı. Bu konular zaten günlerce tartışıldı, herkes detayları öğrendi. Ben, sıradan bir vatandaş olarak aklıma takılan birkaç noktaya değinmek istiyorum.
Mesela Erdoğan ABD’ye gitmeden önce Trump’ın oğluyla yaptığı gizli görüşme ortaya çıkarıldı. Neden bu kadar gizliydi? Alınacak ürünlerin toplam bedelinin 300 milyar dolar olduğu söyleniyor. Bu rakam, Türkiye’nin döviz rezervinin üçte biri. Ekonomik kriz derinleşirken, emekli ve asgari ücretli bu kadar ezilirken neden böyle bir yükün altına girildi? Devlet gerçekten asgari ücretliyi, emeklisini kısaca bizi gözden mi çıkardı?
Bir diğer konu Gazze meselesi. Oturduğumuz yerden bolca kınama yaptık ama ne somut yardım gönderdik ne de yıllardır dilimize doladığımız “Müslüman kardeşliği” söyleminde tutarlılık gösterdik. Herkes Trump’a rest çekileceğini beklerken, görüşmenin sonunda Gazze’ye dair hiçbir şey duymadık. Hatta akıllara şu soru geldi: Gazze’de ABD-İsrail’in kurmak istediği “tatil köyü” projesine mi göz yumuldu? Meclis’te yapılan acil toplantıda Bakan Fidan’ın, “Yardımı havadan göndermiyoruz çünkü bir çocuğun üzerine düşüp öldü” sözleri hala hafızamda. Havadan yardım gönderen İspanya çocukları bizden daha az düşünüyor olamaz sanırım. Bu açıklama trajikomik olmanın ötesinde, çaresiz insanların birkaç günlük yaşam umudunu bile hiçe saymak değil midir?
Bir de sembolik ama manidar anlar vardı: Trump’ın Erdoğan’ın sandalyesini çekmesi. Hemen aklıma Netanyahu geldi; onun sandalyesini itmişti, bizimkini ise çekti. Küçük gibi görünen bu jest aslında diplomasi dilinde ağır bir mesajdır. Trump her ne kadar kontrolsüz ve öngörülmez bir lider olarak tanımlansa da zekasından şüphe etmek zor. O hareketi, yalnızca nezaketsiz bir refleks değil, bilinçli bir gösteriydi.
Sandalyeyi çekmesini iki düzlemde okumak mümkün: “Seni düşürmek benim elimde” tehdidi ve aynı anda “sana oturma izni veriyorum, meşruiyet benden” mesajı. Yani hem gücün sahibi olduğunu ima ediyor hem de bu gücü istediği zaman destek olarak, istediği zaman tehdit olarak kullanabileceğini gösteriyor. Bu nedenle o kareyi sıradan bir jest olarak görmek saflık olur. Tam tersine, Türkiye–ABD ilişkilerindeki asimetrinin görsel bir özeti gibiydi.
Bir başka üzücü gerçek: Cumhurbaşkanımız İngilizce bilmiyor. Kim ne derse desin bu bir eksikliktir. Yanında oturan Trump alay ederken bu yüzden gülerek onu izliyordu. Heyetimizi karşına dizip “Hollywood yıldızları gibisiniz” diyerek tiyatrovari bir sahne sergilemesi, aslında başlı başına bir küçük düşürmeydi.
Ve işin en kritik noktası: meşruiyet. Meşruiyet, bir hükümetin halk tarafından kabul edilmesi, yani iktidarını toplumsal onayla sürdürmesidir. Bu onayı veren, biziz: komşularımız, arkadaşlarımız, bu ülkenin vatandaşları. Peki ABD’nin verdiği meşruiyet ne anlama geliyor? Trump gibi sağ, radikal ve faşizan söylemleriyle bilinen bir liderin Erdoğan’a destek çıkması, yaşadığımız tüm hukuksuzlukların üstünü örtmeye hizmet etmiyor mu?
Ziyaret sonrası birçok başlık açıklandı: sıvılaştırılmış gaz alımı, uçak siparişleri, değerli madenler, F-35 ve F-16 pazarlıkları, gümrük vergileri… Ama ne yoktu? Gazze’ye dair bir rest yoktu. Üstelik bugünlerde İspanya ve İtalya, Sumud filosuna refakat etmek için savaş gemisi göndermişken. Biz neden sadece kınamaya devam ediyoruz?
Şimdi soralım: Yıllarca her kötü olayın sorumlusu ilan ettiğimiz “dış güçler” nasıl oldu da birden bire işbirlikçiniz olabildi? Dün düşman dediğimizin, bugün bize meşruiyet dağıtmasına nasıl göz yumduk? Ve en önemlisi: Biz bu hikayeye daha kaç kere inanacağız?
Bugün gelinen noktada mesele sadece Erdoğan’ın Trump’la kurduğu ilişki ya da imzalanan anlaşmalar değil. Asıl mesele, toplum olarak hafızamızın ne kadar çabuk silinebildiği, dün söylenen sözlerin bugün nasıl kolayca yutulabildiği. Yıllarca “dış güçler” diye suçladığımız aktörlerin, bir gecede “dost” ve “müttefik” ilan edilmesi, iktidarın değil, bizim hafızamızın sınavıdır.
Çünkü hiçbir iktidar, halk unutmadığı sürece bu kadar kolay söylem değiştiremez. Hiçbir lider, dün düşman dediğine bugün dost diyemez, eğer toplum buna itiraz ederse. Asıl güç, dışarıda değil; bizim hatırlama, sorgulama ve hesap sorma irademizde.
Eğer bu iradeyi kaybedersek, “dış güçler” masalını daha çok dinleriz. Ve her defasında alkışlayan eller biz oluruz. O yüzden, asıl soruyu artık yüksek sesle sormak zorundayız: Gerçekten kim bizi yönetiyor; dış güçler mi, yoksa kendi hafızasızlığımız mı?

Yorum Yazın