Mevcut sistemin özünde kendini koruduğunu ve yalnızca araçların ve aktörlerin değiştiğini gözlemlemek mümkündür. Yapay zekâ destekli bir karakterin sosyal medya fenomeni haline gelmesi ile Hollywood’un stüdyo sistemi döneminde yaratılan yıldızların basına yansıyan kimlikleri ve bu kimlikler etrafında inşa edilen hayranlık arasında yapısal bir fark bulunmamaktadır.
Günümüzde her şey gibi estetik anlayışımızda, dijital çağın etkisiyle köklü bir dönüşümden geçiyor. Dünyayı algılama biçimimiz ve estetik anlayışımız, reklam filmlerinden video kliplere, tik tok ve benzeri sosyal medya uygulamalarından, transmedya anlatıları ile bütünleşen video oyunlarına kadar geniş bir temsil ve anlatı ağıyla şekilleniyor. Bu anlatıların biçimsel formu ve sunum modelleri zihin yapımızda kalıcı değişimlere yol açarken, görsel estetiği de yeni bir standart oluşturuyor. Estetik algımızda tıpkı diğer sosyal, kültürel pratiklerde ve tercihlerimizde olduğu gibi yaşadığımız dönem ve kültürlenme biçimimiz ile şekillenir. Tarihsel dönemler içerisinde estetik ve sanatsal açıdan değerli bulunan eserler değişiklik gösterir. Bunun sebebi özellikle sanatsal üretimlerde güncel iktidar ilişkileri ve kapital ile ilişkili olarak kültür endüstrisinin devreye girmesidir.
Neye sanatsal değer atfedilir? Bir sanat eserinin değerini ne belirler? Estetik açıdan bize güzel gözükme sebebi nedir, gibi sorular sanat felsefesinin çalışma alanına girmekle birlikte, bu konuları sermaye ve üretim ağlarından bağımsız düşünmek yetersiz kalacaktır. Günümüzde yapılan eleştirilerde üretilen eserden ziyade eserin nerede ve nasıl sunulduğunun önemli olduğu söylenmektedir. Aslen bu durum yeni olmayıp sanat tarihinin her döneminde karşımıza çıkmaktadır. Dönemin siyasi aktörleri ve önde gelen kesimleri ile ilişkide olmak, eserin sunulacağı yer ve kişileri belirlemekte her zaman etkili olmuştur. Buna karşın mural art gibi sokak sanatını tercih eden sanatçılar bu ilişkiler ağının dışında konumlanırlar. Duvardaki bir graffiti eserini ünlü bir müzayede de ya da bir modern sanat müzesinde sergilenen bir eserden daha değerli/değersiz kılan nedir gibi sorular kültür endüstrisi bağlamında değerlendirilebilir.
Dijital sanat bağlamında da eserlerin üretimi kadar sunuldukları mecra da değişmiş ve bu tartışmalar özellikle dijitalde sanat üretirken kullanılan araçlar ve yararlanılan arşiv ile tekrar gündeme gelmiştir. Dijital çağ, kültürel mirasın korunma biçimlerini ve arşiv kavramını radikal bir şekilde değiştirmiştir. Dijital sanat eserlerinin üretiminde kullanılan araçlar farklılaşmaktadır. Özellikle üretken yapay zeka araçlarının kullanılması ile birlikte arşiv meselesi gündeme taşınmıştır. Bu üretimlerde var olan veri tabanları ve arşivden faydalanan yapay zeka araçların hangi arşivlere ulaştığı ve arşivlerin oluşumunda iktidar ve ideolojik yansımaların rolü tartışılmaktadır.
Geleneksel yöntemlerden farklı olarak dijital arşivlerin, yalnızca iktidar sahiplerinin değil, bireylerin de tarih yazımına katılımını mümkün kıldığı söylenmekte ve bu durum bireysel anıların kitlesel bir hafızaya dönüşmesi gibi kavramları gündeme getirmektedir. Eskiden kültürü koruma yöntemlerimiz, fiziksel arşivler ve kolektif bellek etrafında şekillenirken, bugün dijital arşivler ve dijital bellek kavramlarıyla karşı karşıyayız. Akademide ve tarih yazımında sıkça tartışılan bu mesele, belleğin artık "bitmiş" bir süreç değil, sürekli değişen ve yeniden inşa edilen bir süreç olduğunu gösteriyor. Maurice Halbwachs’ın “kolektif bellek” kavramı, toplumsal hafızanın ortak öyküler ve temalar etrafında şekillendiğini vurgular. Ancak bu hafıza, bireysel olduğu kadar görecelidir; zihnimizin bize oynadığı oyunlarla farklı biçimlerde hatırladığımız olaylar, toplumsal anlatılarla birleşerek yeniden şekillenebilir.
Walter Benjamin’in ünlü makalesinde tartıştığı "auranın" kaybı meselesi, dijital çağda daha karmaşık bir hal almıştır. Sanat eserlerinin değeri, yalnızca kim tarafından üretildiğiyle değil, aynı zamanda algoritmalar tarafından nasıl sunulduğuyla da ilişkili olan bu durum, sanatsal üretimin demokratikleşmesi tartışmalarını da beraberinde getirmekte. Yapay zekâ destekli araçlar, herkesin sanatsal üretimde bulunabilmesini mümkün kılarken, aynı zamanda üretimlerin özgünlüğü ve kalitesi konusunda etik ve estetik tartışmaları da doğurmakta.
Sistemle uyum içinde ilerlemek isteyen aktörlerin mevcut yapı içinde yollarını bulabildiği, buna karşın sistemin sınırlarını zorlayarak farklı üretim pratikleri geliştirmek isteyenlerin de bu amaç doğrultusunda kendilerine özgü stratejiler geliştirebildiği bir dönemden geçmekteyiz. Bu durum, kültürel üretimin ve sanatsal pratiklerin, sistemin hegemonik yapısıyla ilişkili olarak hem uyum hem de direnç ekseninde şekillendiğini ortaya koymaktadır.
Algoritmanın belirleyici olduğu yeni hafıza biçimi, hangi bilgilerin öncelikli olacağına, hangi görsellerin daha fazla dikkat çekeceğine ve hangi anlatıların daha görünür olacağına karar vererek estetik algımızı da yönlendiriyor. Örneğin, yapay zekâ tarafından yeniden üretilen bir Galata Kulesi görseli, zihnimizdeki geleneksel Galata imajını silip yerine yapay zekâ estetiğiyle harmanlanmış yeni bir imaj yerleştirebilir. Bu durum, yalnızca bireysel hafızamızı değil, kolektif kültürel belleğimizi de etkileyerek gerçeklik algımızın dönüşümüne yol açar.
Algoritmaların estetik algımız üzerindeki etkisi en çok sosyal medyada kendini gösteriyor. Instagram gibi platformlarda filtrelenmiş görsellerin yaygınlaşması, estetik beklentilerimizi yeniden tanımlıyor. Oynanmış bir görselin gerçek olmadığını bilsek bile, estetik uyumuna odaklanarak onu kabul ediyoruz. Bu durum, "gerçeklik" kavramının yerini "sunumun başarısı"na bırakmasına neden oluyor. Sosyal medyada oluşturulan ikincil kimlikler üzerinden yaşantısını sürdüren bireyler için olduğu kadar markalar ve kurumlar içinde gerçekliğin önemi azalıyor. Gerçek olandan ziyade sunumun ön plana çıkması ve özellikle sosyal medyanın etkisi Black Mirror’ın "Nosedive" bölümü gibi anlatılarda eleştirel bir gözle ele alınıyor. Post-truth çağında artık neyin gerçek olduğu değil, ne kadar etkileyici bir kimlik oluşturduğunuz yani dijital persona önem kazanıyor. Yapay zekâ karakterlerinin bile sosyal medya fenomeni haline gelebilmesi bu değişimin bir göstergesi.
Tüm bu gelişmeler, estetik algımızı yeniden şekillendirirken aynı zamanda yeni eşitsizliklere de yol açıyor. Algoritmaların sanat üretiminde oynadığı rol, iki yönlü bir perspektifle ele alınabilir. Bir yandan, algoritmaların üretimleri tekdüze hale getirdiği ve belirli estetik normları dayattığı eleştirileri yapılırken, diğer yandan bu araçların sanatı daha geniş kitlelere ulaştırma potansiyeli savunuluyor. Ancak algoritmaların şeffaf olmaması ve nasıl çalıştıklarına dair yeterli bilginin sunulmaması, bu araçlara yönelik güvensizlik yaratıyor. Algoritmaların, mevcut güç dengelerini yeniden üreten bir sistem mi olduğu yoksa doğru kullanıldığında özgün üretimlere olanak sağlayıp sağlamadığı hâlâ tartışma konusu. Ancak yine de iyimser bakan kuramcılar, bu teknolojilerin, eşik bekçilerini aşarak daha fazla insanın sanatsal ifadeye katılmasını da mümkün kılabilir yönünde bir umut taşıyor. Dolayısıyla, bu sürecin hem fırsatlarını hem de risklerini dikkatle değerlendirmek gerekiyor.
Sonuç olarak mevcut sistemin özünde kendini koruduğunu ve yalnızca araçların ve aktörlerin değiştiğini gözlemlemek mümkündür. Yapay zekâ destekli bir karakterin sosyal medya fenomeni haline gelmesi ile Hollywood’un stüdyo sistemi döneminde yaratılan yıldızların basına yansıyan kimlikleri ve bu kimlikler etrafında inşa edilen hayranlık arasında yapısal bir fark bulunmamaktadır. Her iki durumda da, gerçeklikten uzak, kurgulanmış bir kimlik oluşumu ve bir marka imgesi söz konusudur. Bu bağlamda, yapay zekâ ve dijital üretimle ilgili tartışmalar, aslında mevcut sistemin temel dinamiklerinin değişmediğini, yalnızca yeni araçlar ve yöntemlerle yeniden üretildiğini göstermektedir. Sistemle uyum içinde ilerlemek isteyen aktörlerin mevcut yapı içinde yollarını bulabildiği, buna karşın sistemin sınırlarını zorlayarak farklı üretim pratikleri geliştirmek isteyenlerin de bu amaç doğrultusunda kendilerine özgü stratejiler geliştirebildiği bir dönemden geçmekteyiz. Bu durum, kültürel üretimin ve sanatsal pratiklerin, sistemin hegemonik yapısıyla ilişkili olarak hem uyum hem de direnç ekseninde şekillendiğini ortaya koymaktadır.

Yorum Yazın