En son parça: Vicdan. Müzayedeci, kelimeyi çoğaltmadan, azaltmadan söyledi. Herkes fiyatın astronomik olacağını biliyordu. Teklif gelmedi. Vicdan, sahnenin ortasında kaldı. Vicdan, alıcısı olmayan tek mülktü.
Salon yeraltındaydı. Dar taş merdivenlerden inerken soğuk, hafif bir nem kokusu burnuma çarptı. Kapı ağırdı, açmak için iki elimle bastırmam gerekti. İçeri girer girmez loş ışık, kadife perdelerin koyu kırmızısı, sıralanmış sandalyelerin katı düzeni… Sandalyelerin üzerinde kartlar vardı; isimler. Tanıdık. Manşetlerden, imza yetkisi taşıyan evraklardan, televizyon ekranlarından tanıdık. Buraya herkes kendisi için değil, başkaları adına almak için gelmiş gibiydi.
Yerime otururken bir sahne düştü aklıma. The Third Man… O kanal sahnesi. Yeraltında, taş duvarların arasında, suyun üstünde yankılanan o temkinli sessizlik. Sanki buradaki sessizlik de oradan ödünç alınmış. Sonra zihnim başka bir çekmece açtı: Kafka – Şato. O bitmeyen bekleyiş, kimseyle tam konuşamama, bir yere varmaya çalışırken sürekli başka bir kapıya yönlendirilme hali…
İnsan bekledikçe kendi yerini kaybediyordu. Burada da öyleydi; sandalyene oturmuş olsan bile, tokmak inene kadar aslında orada olup olmadığın belli değildi. İçimden “Bu salondan çıkmak için de dilekçe gerekse şaşırmam” dedim. Dudaklarımın kenarı kıpırdadı, gülümsemenin burada kataloğa girmemiş en değerli parçalardan biri olduğunu sezdim.
Müzayedeci kürsüdeydi. Elinde tokmağı tartıyor, bakışlarını salonun üzerinden gezdiriyordu. Sanki kime ineceğini çoktan biliyordu. Burada hiçbir şey açıkça söylenmezdi; her teklif, dudak kenarında neredeyse görünmez bir hareketle verilir, tokmağın inişi yalnızca fısıltıları mühürlerdi.
“İlk parça… Özgürlük,” dedi. Kelimeyi kırmamaya çalışan bir titizlikle. Ön sıradaki takım elbiseli adam başını hafifçe eğdi. Yanındaki kadın, parmak uçlarıyla masaya üç kez vurdu. Tokmak indi. Özgürlük satıldı.
Sonra Merhamet. Dayanışma. Hafıza. Adalet. Her biri ayrı bir sessizlikle tartıldı. Merhamet, beklenen fiyatın altında kaldı, geri çekildi. Dayanışma, tanımadığı bir yabancı tarafından yüksek bedelle alındı. Hafıza, alıcı bulunca salonda huzursuzluk yayıldı; kimse hatırlayan birinin etrafta dolaşmasını istemezdi. Adalet’e teklif veren çıktı, ama tokmak inmeden elini indirdi.
Bir ara arka sıralardan yorgun bir ses:
“Onur kaç numaradaydı?”
Müzayedeci durdu. Salon sustu. Ne zaman fiyat biçilmeyen bir şey görürseniz, bilin ki o ya tamamen yok olmuştur ya da herkes ondan korkuyordur. Onur, listeden çoktan çıkarılmıştı.
En son parça: Vicdan. Müzayedeci, kelimeyi çoğaltmadan, azaltmadan söyledi. Herkes fiyatın astronomik olacağını biliyordu. Teklif gelmedi. Vicdan, sahnenin ortasında kaldı. Vicdan, alıcısı olmayan tek mülktü.
Tokmak masaya bırakıldı. Sandalyeler yavaşça boşaldı. Ben hâlâ yerimdeydim. Aklım, bu defa The Great Beauty’ye gitti. Yaşlı bir kadın, elindeki mülkleri satarken yüzünde hiç kaybetmemiş gibi duran o huzurlu tebessüm…
Çıkışta katalog elimdeydi.
En kalın harflerle yazılmış sayfa yoktu.
Belli ki “hassasiyet” gereği kaldırılmıştı ama kurşun bir kalemle üzerinden geçilmiş kelimeler hâlâ bir alt sayfadaydı, oradaydı; yalnızca görmüyormuş gibi yapmamız gerekiyordu.

Yorum Yazın