Yeni Sol ve liberalizmin en önemli ortak noktalarından biri anti-otoriter ve anti-militarist görüşü benimsemeleri. Özellikle aşırı sağ’ın yükseldiği bu dönemde kuracakları ittifaklar özgür değerlerin korunması adına hizmet edecektir.
Yirmi birinci yüzyılın çeyreğini geride bırakıyorken günümüzde, sağ otoriter siyasetçilerin ve siyasi partilerin batıda, eskiye kıyasla, önemli bir güç haline geldiğini ve politiğe yön veren ana aktörlerin başında olduğu yalanlanamaz bir fenomen. Latin Amerika’da (Arjantin’de Milei’nin zaferi hariç) sol siyaset hegemonik güç haline gelirken gerek Ukrayna-Rusya Savaşı gerek Orta Doğu’nun karışıklığından dolayı meydana gelen göç dalgalarının oluşturduğu göç krizi Avrupalı halkların hatta batıda yaşayan eski göçmenlerin bile güvenlik politikaları izleyen, nispeten ulusalcı-milliyetçi politikacıları benimsemelerine neden oluyor. Bundan dolayıdır ki konum olarak merkez siyasetten uzak olan, aşırı sağ (alt-right) politikacılar ön plana çıkıyor. Örneğin Orban, Meloni, Trump gibi siyasetçiler iktidarı ele almışken; Le Pen, AFD başkanı Alice Weidel gibilerinin de iktidar olması veya bir iktidar koalisyonunun ortağı olması çok yakın.
Peki ne oldu da 90’larda ve 2000’lerin başında dünya liberal demokrasinin sunduğu özgürlüklerin nimetlerinden yararlanıyorken bugün aşırı sağ’ın ve otoriter yönetimlerin kıskacı altındayız? Bildiğimiz dünyanın sonu mu geldi? Dünya değişiyor mu?
Şahsen otoriterliğin ve baskın figürlerin yükselişini dönemlik olarak görüyorum çünkü sondan bir önceki Avrupa parlamentosu seçimlerinde yeşil hareketinin ve yeni solun Woke akımından aldığı güçle yükselişini son seçimlerde de pandemi ve savaş gündeminin ardında eridiğini gördük. Bu yüzden bir demokrat olarak, aşırı sağın yüklemesinden ötürü o kadar da endişeli olduğumu söyleyemeyeceğim. Batıdaki ve dünyadaki genel liberal demokratik atmosfer bazen zayıflasa bile bunun dönemlik ve geçici olduğu gözle görülebilir nitelikte olacaktır. Bundan dolayı bu yazımda liberallerin, neden artık ana aktör olarak iktidara gelemediklerinden, geçmişte diğerleriyle kurduğu ittifaklardan ve günümüzde kimlerle ittifak kurup aynı safta olması gerektiğinden bahsedeceğim.
Liberaller Neden Etkisi Kadar Etkin Değiller
Liberallerin son dönemde yönetmeye çok da talip olamamasını iki neden bağlıyorum. Birinci neden, liberaller geçmişte birçok popülist ve ikonik lider çıkarabiliyorken şu anda böyle liderler veya politikacılar çıkaramamaktadır (Javier Milei’yi [Arjantin devlet başkanı] bunun dışında tutuyorum çünkü son Arjantin seçimlerine baktığımızda adaylar arasında en popülist ve en karizmatik olandı). Aslında Milei gibi birkaç örnek daha aktif veya yakın zamanda görev yapmış lider var. Örneğin Emmanuel Macron, Fransa’da kitlelere hitap edebilme açısından başarılı ve bir o kadar da karizmatik bir lider. Fakat o da aşırı sağ rakibi Le Pen’in yanında biraz sönükleşebiliyor. Aynı şekilde Justin Trudeau da yakın zamanda siyaset sahnesinde aktör olmuş liberal karizmatik liderlerden bir tanesi. Yine de Macron da Trudeau da otoriter liderlerin hitabet ve kitleleri konsolide edebilme yeteneğine onlar kadar sahip değiller. Onlar kadar popülist olamamalarının sebebi de liberal ideolojinin kendisinden yatmaktadır. Aslında ikince nedenin de birinci nedenle bağlantılı olduğu söylenebilir.
Liberallerin yönetime talip olma konusunda zayıflamasının ikinci nedeni aslında Carl Schmitt’in öne sürdüğü dost-düşman ayrımına dayanır. Bunu konuyu daha detaylı ele aldığım İngilizce bir yazım mevcut o yüzden aslında çok da detaylı girmeyeceğim içerisine. Schmitt’in siyasal kavramını anladığımızda liberal demokrasinin aslında politikten ne kadar uzaklaştığını görebiliriz. Aşırı sağ’ın popülist liderleri kendilerine bir veya birkaç hedef belirler sonrasında ise belirledikleri hedefleri düşmanlaştırarak düşmanlaştırdıkları hedef üzerinden politik diskurlarını oluştururlar. Böylelikle kendilerine yeni müttefikler edinip geniş kitleleri konsolide edebilirler. Baktığımız zaman Avrupa’da Le Pen, Meloni, Orban ve Farage gibi kişiler, göçmenleri, AB’nin politikalarını, yeşiller hareketinden, kadın ve LGBTQ+ hareketinden gelen insanları düşmanlaştırarak kendi kitlelerini oluştururlar. Dolayısıyla, halkı da politize ederler fakat bu politizasyonun masum olduğu söylenemez çünkü halkı kin ve nefrete sevk ederek siyasal kutuplaşmaların önünü açar.
Dünya değişiyor, etrafımızdaki her şey ve biz bile değişiyoruz. Hayatın ve evrenin kendisi statik değil, sıvı gibi akışkan. Sıvının yoğunluğu dönem dönem değişebilir yine de harekete devam eder. Önemli olan değişen dinamiklerde doğru aksiyonları alabilip tarihin doğru safında yer alabilmektir.
İttifaklar ve Dirsek Temasları
Liberaller tarih boyunca birçok farklı görüşle müttefik olmuşlardır. Bunlardan en belirgini ise yer yer muhafazakarla kurdukları yer yer de sosyalistler ile kurdukları ittifaklar olmuştur. Liberallerin, solla kurduğu müttefiklikler genel olarak savaş durumlarında (state of war) kendini gösterir; muhafazakarla kurduğu ittifaklar ise daha çok soğuk savaş döneminde komünizm ile yönetilen ülkelerin yayılmacı politikalarına veya Türkiye özelinde askeri vesayete karşı olmuştur.
Muhafazakâr partilerle liberal partilerin hala bazı ülkelerde ortaklıkları olsa bile (örneğin Hollanda’da VVD-PVV ittifakı gibi) neo-liberal dönemin yavaş yavaş sonlanması ile bu birliktelik gitgide nadir görülmeye başlandı. Geçmişe baktığımızda ise yakın zamana kadar Almanya’da FDP (Hür Demokratlar) ve CSU / CDU’nun (Hristiyan Demokratlar) dirsek temaslarını görebiliyoruz. Benzer şekilde Ronald Reagan ve Margaret Thatcher gibi nispeten muhafazakâr isimler de liberaller tarafından o dönemde desteklenmiş, hala bazı liberaller tarafından iyi bir şekilde anılmaktadır.
Türkiye’de de aynı dönemlerde küresel siyasette görülen liberal-muhafazakar koalisyonlar görülmektedir. 80 darbesinin akabinde Turgut Özal gibi nispeten muhafazakâr liberal sayılabilecek bir aktör siyaset sahnesinde kendini göstermiş ve liberaller tarafından inanılmaz bir şekilde destek almıştır. Bunun sebeplerinden birisi o dönem seçime giren 3 partiden biri olan MDP’nin (Milliyetçi Demokrasi Partisi) Kenan Evren ve asker tarafından desteklenen parti olması ve cunta döneminde asgari koşulların bile altına indirilen ifade-fikir özgürlüğü ve sivil özgürlükleri ANAP’ın öncelemesidir. Zaten o döneme göre de Türkiye’ye genel olarak özgürlükler açısından çok katkısı olmuş bir oluşumdu.
Türkiye’de liberallerin muhafazakarla yaptığı bir diğer ortaklıksa yakın zamana kadar da süren AKP’nin desteklenmesiydi. Özellikle askeri vesayetin güç gösterisi yaptığı dönemlerde, Türkiye’deki muhafazakarlara ve Kürtlere yapılan olağanüstü baskılar ve parti kapatmaları gibi durumlar o dönemki liberal demokratların AKP’yi desteklemesine vesile oldu. Küreselde genel olarak muhafazakar partilerin aşırı sağ ile kurduğu bağdan sonra otoriterleşmesinden ötürü bu dirsek temasları gitgide sona yaklaşmış oldu.
Liberallerin sol ile de teması ve ittifakları bi hayli oldu. Fakat bu birlikteliklerin çoğu savaş durumunda doğan ittifaklardı. Örneğin Bolşevik İhtilali’nde, İspanya İç Savaşı’nda ve Fransız Devrimleri’nde görebiliriz. Ancak bu ortaklıklar da kısa vadeli oldu.
Liberal felsefenin ahlaki temelleri doğal haklar kanunu üzerine ikamet eder. Kısaca yaşam hakkı (right to life), özgürlük hakkı (right to freedom) ve mülkiyet hakkı (right to own property) doğal hakları oluşturur. Muhafazakârlar ve klasik sol yönetimler yer yer bu hakları ihlal ederler. Bu yüzden bu ittifaklar sağlıklı olmayabilir. Örneğin son dönemlerde muhafazakar siyasetçilerin seçim vaatleri arasında sık sık kürtajı yasaklama meselesi yer alır. Kürtajı devlet eli ile yasaklamak direkt olarak kadının bedeni üzerinde otoritenin tahakküm kurması anlamına gelir ve kadın bir bireyin doğal haklarını ihlal eder. Aynı şekilde klasik sol yönetimlerin kişilerin mülklerine el koyması bireyin mülkiyet hakkını elinden almış olur. Muhafazakârlar ve klasik solcular bireyin ahlaki pozisyonunu kolektivite bazlı ele alarak toplum huzurunu ve refahını bozan birtakım eylemleri zararlı görerek kişilerin de haklarını kısıtlamış olur. Bu da bizlere muhafazakarlığın ve klasik sol’un birey odaklı olmadığını gösterir. Bu yüzden sağlıklı ortaklıklar kurmak zor olmuştur.
Siyasetteki yeşil hareketi ve yeni sol’u liberallerin yeni ortağı olarak gördüğümü söyleyebilirim. Bu hareketi ideolojik spektrumda merkez solda konumlandırabilirim fakat geleneksel sosyal demokrasi ile aynı merkez sol değiller. Yeni Sol, klasik solun emek-sermaye çatışması üzerinden kurduğu diskurun yanında bireyin kimliğini de odaklanır ve bunu siyasalın konusu haline getirir. Öte yandan liberal felsefeye benzer bir şekilde insan haklarını da hatta hayvan ve çevre haklarını da ele alarak siyasi diskur oluşturur. Bunun yanında özel mülke karşı değildir fakat gelir eşitsizliklerini minimuma indirerek gelir adaletini tahsis etmeye odaklanır. Sosyal / Sol liberaller ile ekonomik olarak benzer şeyleri hedefledikleri söylenebilir. Bu yüzden kurulacak ittifaklar daha uzun soluklu olacaktır.
Yeni Sol ve liberalizmin en önemli ortak noktalarından biri anti-otoriter ve anti-militarist görüşü benimsemeleri. Özellikle aşırı sağ’ın yükseldiği bu dönemde kuracakları ittifaklar özgür değerlerin korunması adına hizmet edecektir.
Özetlemek gerekirse dünya değişiyor, etrafımızdaki her şey ve biz bile değişiyoruz. Hayatın ve evrenin kendisi statik değil, sıvı gibi akışkan. Sıvının yoğunluğu dönem dönem değişebilir yine de harekete devam eder. Önemli olan değişen dinamiklerde doğru aksiyonları alabilip tarihin doğru safında yer alabilmektir.

Yorum Yazın