Duvarsız yapılar halkla bağ kurmanın simgesidir; yüksek duvarlar ise iktidardan kaçışın.Artık halk, yalnızca açıklık değil, değişim istiyor. Yönetilmek değil; temsil edilmek, yönetime katılmak ve yeni bir düzen kurmak istiyor. Korkuya dayalı iktidarların ömrü doldu. Halk, artık yerini alıyor.
Bir mimar olarak biliyorum ki yapılar yalnızca fiziksel varlıklar değil; bir toplumun nasıl düşündüğünü, nasıl yaşadığını ve kim tarafından nasıl yönetildiğini gösteren sessiz birer ifadedir. Özellikle kamusal yapılar –belediye binaları, adliyeler, okullar– bu yönüyle mimari kimliğin ötesine geçerek toplumsal düzenin aynası hâline gelir. Ancak burada önemli bir ayrım vardır: Belediye binaları, diğer kamu kurumlarından farklıdır. Adliyeler ya da kaymakamlıklar genellikle yüksek duvarlarla çevrilidir; erişim sınırlıdır. Fakat belediyeler öyle değildir. Onlar şehirlerin kalbinde yer alır, meydanlara açılır, halkla doğrudan temas hâlinde olur.
Çünkü belediyeler, halkın evi gibidir. Etrafında çitler, bariyerler, güvenlik noktaları değil; açıklık, erişilebilirlik ve yakınlık vardır.
Bu fiziksel açıklık, sadece bir tasarım kararı değil; aynı zamanda bir zihniyet beyanıdır. Mimarideki bu tercihler, yönetim anlayışının sahaya yansımasıdır.
Kent dediğimiz şey, binalar yığını değildir. Yaşanmışlıkların, ilişkilerin, kültürel belleğin ve yönetişim biçimlerinin birlikte şekillendirdiği bir organizmadır. Ve her kentin kendine ait bir simgesi olur. Bu bazen bir kule, bazen bir cami, bazen de bir belediye binasıdır. Paris için Eyfel, New York için Özgürlük Heykeli, Londra için Parlamento Binası neyse; İstanbul için de Ayasofya, Galata Kulesi ve evet, İstanbul Büyükşehir Belediyesi binası aynı ölçüde temsildir.
Çünkü kent simgesi dediğimiz şey, yalnızca fiziksel bir yapı değil; toplumsal hafızanın ve kamusal işleyişin vitrinidir. Belediyeler, bu simgeselliği halkla doğrudan ilişkide somutlaştıran kurumlardır.
Modern mimarlığın öncülerinden Le Corbusier bu ilişkiyi şöyle tanımlar:
“Bir bina, içinde barındırdığı hayatın aynasıdır.”
Bu basit ama çarpıcı cümle, aslında kentleri ve yönetim anlayışlarını anlamanın anahtarıdır. Eğer bir belediye binası yüksek duvarlarla çevriliyse, orada yönetim halktan korkuyordur. Eğer geniş meydanlara açılıyorsa, orada halkla birlikte yaşama iradesi vardır. Mimarideki açıklık, yönetimdeki yönelişi ele verir.
Bu yalnızca büyük binalar için geçerli değildir. Küçük ölçekli kamusal alanlar bile davranışı şekillendirebilir.
Mesela bir meydana ya da parka bank koyuyorsanız, arkasında sırtlık olup olmayacağı bile bir karardır.
Sırtlık varsa, insanlar burada uzun otursun, sohbet etsin, vakit geçirsin isteniyordur.
Sırtlık yoksa, mesaj açıktır: “Biraz dinlen, sonra yoluna devam et.”
Mimar, yalnızca mekânı değil, o mekânda yaşanacak deneyimi de kurgular.
Aynı şekilde, bir belediye binasının cephe dili, girişi, etrafındaki açıklık ya da kapalı alanlar da yönetenin halkla ne kadar temas kurmak istediğini gösterir.
Tam da bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllar önce söylediği şu söz, bugün daha da anlam kazanıyor:
“İstanbul’u kaybeden, Türkiye’yi kaybeder.”
Bu söz bir temenni değil, bir itiraftı. Çünkü İstanbul yalnızca ekonomik ya da coğrafi bir merkez değil; kültürel, ideolojik ve siyasal bir semboldür. Bu kenti yönetmek, Türkiye’yi şekillendirme gücünü elinde tutmak demektir. Dolayısıyla bu kenti kaybetmek, sadece bir belediye koltuğunu değil, toplumsal temasın en kritik kapısını yitirmek anlamına gelir.
2024 yerel seçimleri, bu temas kaybının net bir göstergesiydi. CHP, İstanbul başta olmak üzere Ankara, İzmir, Adana, Mersin gibi Türkiye’nin en büyük şehirlerini yönetime kattı. Bu yalnızca bir sandık başarısı değil; halka yeniden dokunma fırsatının kazanılmasıydı. Ekonomik krizin derinleştiği, güvencesizliğin arttığı bir dönemde insanlar ideolojilere değil; hayatlarına değen, ihtiyaçlarını gören, kendilerini anlayan yöneticilere yöneldi.
CHP’li belediyeler bu fırsatı iyi değerlendirdi. Sosyal yardımları büyüttü, gençlere ve yaşlılara hizmet ulaştırdı, kamusal alanları halkın kullanımına açtı. Kapalı kapılar yerine açık pencereler; yüksek duvarlar yerine meydanlar tercih edildi.
Öte yandan AKP cephesi bu çözülmenin farkında. Belediyeleri kaybetmek, sadece yönetim kaybı değil; siyasi olarak halkla doğrudan temas kurulan en önemli aracı kaybetmek anlamına geliyor. Eskiden merkezi iktidar yerel hizmetleri kullanarak oy devşiriyordu. Bugün ise bu alanların çoğu artık muhalefetin elinde. Bu yüzden yaşanan hukuksuzluklar, medya baskısı, yargı kararları ve iktidarın giderek artan sertliği bir güç değil, korkunun ve kontrol kaybının işaretidir.
Ve belki de en çok bu yüzden Erdoğan İstanbul’u kaybetmekten korkuyordu. Çünkü o kayıpla birlikte sadece bir şehir değil; devleti halka anlatma, halkın gündemine nüfuz etme imkânı da elden gitmişti.
Bugün Türkiye’de siyaset, yüksek duvarların ardına çekilen bir iktidar ile halkla yan yana yürüyen yerel yönetimler arasındaki bir mücadeleye dönüşmüş durumda.
Belediyeler artık yalnızca hizmet sunan kurumlar değil; siyasetin kalbinin attığı, halkla doğrudan bağın kurulduğu yerler.
Ve unutulmamalı:
Duvarsız yapılar halkla bağ kurmanın simgesidir; yüksek duvarlar ise iktidardan kaçışın.
Artık halk, yalnızca açıklık değil, değişim istiyor.
Yönetilmek değil; temsil edilmek, yönetime katılmak ve yeni bir düzen kurmak istiyor.
Korkuya dayalı iktidarların ömrü doldu. Halk, artık yerini alıyor.

Yorum Yazın