Siyasal parti üyeleri parti politikalarına ancak bu politikalar oluşturulurken itiraz edebilirler. Karar alma süreçlerinin demokratik olması, ama karar alındıktan sonra uygulamanın tek elden yapılması modeli özellikle sosyal demokrat yapılarda esastır ve buna demokratik merkeziyetçilik adı verilir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi gereğince politikalar oluşturulduktan sonra hiçbir parti üyesinin bu politikalara itiraz hakkı yoktur. Bu tür bir itiraz hakkı bulunduğunu ileri sürmek, belirtilen yapının siyasal parti olmasını engeller.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2025/23782 numaralı iddianamesinde Tanık Mehmet Sevigen 24/03/2025 tarihinde çeşitli beyanlarda bulunmuş.
Kendi ifadesine göre siyasi hayatına Demokratik Sol Parti’de başlamış ve DSP’de 1987-1990 yılları arasında Gaziosmanpaşa İlçe Başkanlığı yapmış; 2 yıl sonra DSP İstanbul İl Başkanı olmuş.
1991’de DSP’den İstanbul milletvekili olarak seçilmiş.
1992 yılında siyasi partiler üzerindeki yasak kalkınca Cumhuriyet Halk Partisi’ne geçmiş ve CHP’nin ikinci dönem kurucusu olmuş.
Ardından üç dönem CHP milletvekilliği yapmış; CHP-DYP koalisyonunda Devlet Bakanı olarak görev yapmış.
AK Parti Hükümeti’nin Libya ile yaptığı uluslararası deniz-kıta sahanlığı anlaşmasını doğru bulduğundan dolayı desteklediğini belirtince CHP tarafından Hükümete destek verdiği düşüncesiyle partiden ihraç edilmiş.
Bunlar kendi anlattıkları…
Google üzerinden “Mehmet Sevigen” yazarak küçük bir inceleme yapıldığında Sevigen’in görev yaptığı döneme ilişkin çok sayıda iddia sıralanıyor; ama bu iddialar bu yazının konusu değil; bu yazıda sadece Sevigen’in Başsavcılığa verdiği kendi ifadeleri üzerinden bir değerlendirme yapılmaktadır.
Sevigen, ifadesinde, “hükümet politikasına destek vermem niye yadırganıyor ki” demeye getiriyor.
“Milletvekili kendi vicdanına göre karar vermeli ve gerekiyorsa mensubu olduğu partinin politikasına karşı çıkıp rakip partinin politikalarına destek verebilmeli” diye düşünüyor olmalı.
Ne yazık ki bu düşünce, ne teoriyle ne de pratikle uyumlu.
Pratikle uyumlu değil, çünkü politikalarına oy verdiği AKP’nin bir milletvekilinin AKP politikalarına karşı çıkması gibi bir durum düşünülemez bile. AKP’li çok sayıda milletvekili kendi parti politikalarına vicdanen karşı çıksalar da parti politikalarına destek vermişlerdir.
Bu düşünce parti disiplini ile de bağdaşmıyor.
Parlamenter sistemlerde siyasal sistemin işleyişi “parti disiplini”ne dayanır.
(Ülkemizde Parlamenter Sistem terk edilse bile kurulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi halen parti disiplinine dayanmaktadır.)
Bunun son derece mantıklı bir nedeni var: Parlamenter sistemlerde yürütme yasamanın güvenine dayanır.
Yasamanın güvenini kaybeden bir hükümetin varlığını sürdürmesi mümkün değildir.
Parlamenter sistemlerde gensoru ve güven oylaması mekanizmaları tam da bu amaçla oluşturulmuştur.
Şöyle bir örnek üzerinden düşünelim: Hükümet bir eğitim reformu hazırlamıştır ama üyelerin bir kısmı bu reforma karşıdır.
Oylama esnasında üyeler serbest bırakılırsa reformun yapılması mümkün olmaz.
Bu durumda bu hükümetin muktedir olmadığı, yani gerçekte iktidara sahip olmadığı söylenecektir.
Böyle bir hükümetin bütçesinin de kabul edilme şansı olmayacaktır, çünkü reforma ayırdığı bütçe de kabul edilmeyecektir.
Bu da hükümetin düşmesiyle sonuçlanacaktır.
Parlamenter sistemlerde (ve bizdeki Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde) parti üyelerinin parti politikalarına aykırı davranmalarına izin verilmez; aykırı davrananlar disiplin yaptırımıyla karşılaşır. Burada ilk bakışta tuhaf bir durum var gibi görünüyor: Parti üyesi olan birinin herhangi bir parti politikasına karşı olması halinde vicdani kanaatine göre davranma hakkının olmaması adaletsizmiş gibi duruyor. Ama öyle değil… Burada da “parti içi demokrasi” gündeme geliyor.
Bu yüzden de bütün parlamenter sistemler (ve bizim Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemimiz) disiplinli parti yapısı üzerine işler.
Bu arada yanlış anlaşılmamak için küçük bir parantez: Ülkemizde şu anda parlamenter sistem yoktur. Ama bu iki nedenle burada bir sorun oluşturmamaktadır: (1) İncelenen disiplin cezası parlamenter sistem dönemine aittir. (2) Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi disiplinli parti yapısı esas alınarak tasarlanmıştır.
Şimdi bir de saf başkanlık sistemine bakalım.
Saf başkanlık sistemlerinde tam tersi geçerlidir: Gerçek başkanlık sistemlerinde ne Başkan parlamentoyu feshedebilir ne de parlamento başkanı düşürebilir.
Bunun tek istisnası Başkanın belirli bir suç işlemesi halinde cezai sorumluluk (impeachment) nedeniyle görevden alınmasıdır.
Dolayısıyla Başkanlık sistemlerinde “hükümetin düşmesi” sorunu olmadığından bir üyenin yürütmenin politikasına karşı çıkması sorun oluşturmaz.
Yasama bir bütün olarak yürütmenin karşısında olduğundan üyeler farklı partilerden olmalarına rağmen belirli politikalar üzerinde uzlaşabilirler.
Bu yüzden parlamenter sistemlerin tersine başkanlık sistemlerinde “disiplinsiz parti yapısı”egemendir.
Saf başkanlık sistemlerinde parti seçimler sırasında aktif hale gelir ve seçimler bittiğinde uykuya dalar; siyasal partiler bir tür “seçim makinesi” gibi çalışır.
Özetle parlamenter sistem (ve bizdeki Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi) disiplinli parti yapısına, Başkanlık sistemi disiplinsiz parti yapısına dayanır.
Parlamenter sistemlerde (ve bizdeki Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde) parti üyelerinin parti politikalarına aykırı davranmalarına izin verilmez; aykırı davrananlar disiplin yaptırımıyla karşılaşır.
Burada ilk bakışta tuhaf bir durum var gibi görünüyor: Parti üyesi olan birinin herhangi bir parti politikasına karşı olması halinde vicdani kanaatine göre davranma hakkının olmaması adaletsizmiş gibi duruyor.
Ama öyle değil…
Burada da “parti içi demokrasi” gündeme geliyor.
Parti disiplini ile parti içi demokrasi birbiriyle çelişen kavramlar olmayıp birbirinin eksikliğini gidererek tamamlayan kavramlardır.
Parlamenter sistemlerde partilerin politikalarını belirlerken parti içi demokrasiyi işletmeleri gerekiyor.
Parti politikaları parti liderleri ve onların etrafındaki küçük bir grup tarafından kapalı kapılar ardında belirlenmemelidir.
Bu politikalar bütün parti üyelerinin ve hatta sivil toplumun katılımına açık toplantı ve şeffaf süreçler içinde belirlenmelidir.
Hiç kuşkusuz demokratik süreçler tam anlamıyla işletildiğinde dahi politikalara kısmen ya da tamamen muhalif kalanlar olacaktır ve bu da son derece doğaldır.
Hiçbir topluluk belirli bir politika üzerinde %100 fikir birliğine varamaz.
Demokrasilerin doğası gereği farklı fikirde olup azınlıkta kalanlar olacaktır; aksi takdirde karar alınması olanaksız olurdu.
Bu noktada itiraz edilebilecek tek husus parti içi demokrasisinin işlememekte oluşudur yoksa parti içi demokrasi işletilerek alınmış bir karara kimse itiraz edemez.
Dolayısıyla siyasal parti üyeleri parti politikalarına ancak bu politikalar oluşturulurken itiraz edebilirler.
Karar alma süreçlerinin demokratik olması, ama karar alındıktan sonra uygulamanın tek elden yapılması modeli özellikle sosyal demokrat yapılarda esastır ve buna demokratik merkeziyetçilik adı verilir.
Demokratik merkeziyetçilik ilkesi gereğince politikalar oluşturulduktan sonra hiçbir parti üyesinin bu politikalara itiraz hakkı yoktur.
Bu tür bir itiraz hakkı bulunduğunu ileri sürmek, belirtilen yapının siyasal parti olmasını engeller.
Siyasal parti, parti içi demokrasiyi işleterek kararlarını üyelerinin katılımıyla alan ve alınmış kararları hayata geçirmeyi hedefleyen bir yapıdır.
Kararlar alındıktan sonra her bir parti üyesi kendi düşüncelerini uygulayacak olursa, oluşturulan politika, parti politikası olmaz; parti fikir jimnastiği yapılan bir yapıya dönüşür, çünkü her üye kendi doğru bildiği politikaların peşinden gitmeye devam edecektir.
Bu çerçeve içine yerleştirildiğinde Sevigen’in “AK Parti Hükümetinin Libya ile yaptığı uluslararası deniz-kıta sahanlığı anlaşmasını doğru bulduğundan dolayı desteklediğini belirtince CHP tarafından Hükümete destek verdiği düşüncesiyle partiden ihraç edilme”sinde siyasal ya da hukuksal herhangi bir yanlışlık yoktur.
Tam tersine, Sevigen mensubu olduğu partinin belirlediği politikanın aksine iktidar partisinin politikasını destekleyince ihraç edilmemiş olsaydı, CHP’nin parti olduğundan kuşku duymak gerekirdi; çünkü bu durumda üyelerini belli hedefler etrafında birleştiremeyen bir yapıya dönüşür ve siyasi parti olmaktan çıkardı.
Şu halde Sevigen’in davranışının ihraç yaptırımıyla karşılaşmasında eleştirilecek bir durum yoktur; bu olayda kurallar tam da olması gerektiği gibi işlemiştir.
Ancak yaptığı açıklamalardan Sevigen’in aynı şeyi düşünmediği anlaşılıyor.
Şöyle düşünüyor olmalı:
“Üç dönem milletvekilliği ve bakanlık yaptığım için CHP’li olduğumu kanıtlamış durumdayım, her şeyi yapabilirim”; “Partinin belirlediği politikalara karşı çıkıp iktidar partisinin politikalarını desteklemek de benim hakkımdır.”
Bu düşünceye karşı şu soruyu sormak gerekiyor:
Eeee…o zaman nasıl siyasal parti olunacak?
Anlaşıldığı kadarıyla, “varsın parti de olunmayıversin”, “Ben gönülden Cumhuriyet Halk Partiliyim ya” diyor sayın vekil.
O gönülden CHP’li olunca gerisi boş!
O zaman ne yapmak gerekiyor: Üç dönem milletvekilliği yetmez, gücü yettiğince vekilliğe devam; partide en yetkili görevler; istediğin politikaya karşı çık istediğini destekle; ihraç cezası uygulanabilir ama sadece başkalarına…
Ya Parti bunları yapmazsa?
“O zaman iktidar yanlısı kanallarda dolaşır bu partinin ne hale geldiğini anlatır ve onların benimle aynı hatayı yaparak CHP’ye oy vermemelerini söylerim.”
Ben yoksam yansın CHP!
Sevigen bu anlayışla CHP ile ilgili olarak Başsavcılığa açıklama yapmaya gidiyor.
Peki ne diyor? Bakalım:
“38. Olağan Kurultayı sonrasında basından ve bazı partililerden kurultay sırasında bir kısım delegelere menfaatler temin edilerek delegelerin iradelerinin fesada uğratıldığına dair duyumlar alıyordum.”
İyi de sayın vekil açın internette kendi isminizi araştırın ne çok “duyum” var, ama kimse duyum üzerine harekete geçmemiş?
Devam ediyor:
“Halk Partisi üyeleri kesinlikle bir menfaat karşılığında iradelerini satmazlar. Ancak bizim partiden uzaklaştırılmamızdan sonra yeni partiye yeni üyeler kaydedilerek yeni delegeler oluşturuldu. Bu dönemde yakinen bu kişileri tanımadığım için doğrudan kişilere yönelik bir şey diyemem.”
Peki parti ne yapsaydı sayın vekil? Partiden uzaklaştırılmanızdan sonra partiye yeni üyeler kaydedilmemeli miydi?
Siz olmadan partiye üye kaydetmek ve delegeler oluşturmak suç mudur?
Parti olmak üye kaydetmeyi gerektirir ve Anayasa, siyasal partilere üyeliği kimsenin iznine bağlamamıştır.
Parti “partiye gönülden bağlı olan seçkinlerin onayı olmaksızın partiye yeni üye alınamaz”biçiminde bir Anayasa değişikliğini mi hedeflemelidir?
Özetle Sevigen diyor ki Kılıçdaroğlu ile Cumhurbaşkanı kurultayda şaibe bulunduğunu söylediler ve aynı konu basında da işlendi. İyi de bunlar kamuoyunun bilgisine de sunuldu zaten; siz ne için bunları tekrar ediyorsunuz? Sizin söylediğiniz yeni şey nedir? Soruşturmanın aydınlatılmasına katkı yapacak ne gibi bilgileriniz var? Somut bir bilgi, belge ya da suçlamanız var mı? Yok! Özetle ihraçtan dolayı intikam! “Gönülden bağlı olduğum o parti benim olduğuna göre ya ben yöneteceğim ya da batsın o parti!” Ya benimsin ya toprağın! “O kadar emeğim boşa mı gitsin?”
Vekil devam ederek önce “Halk Partisi üyeleri kesinlikle bir menfaat karşılığında iradelerini satmazlar.” diyor, sonra “Bu dönemde yakinen bu kişileri tanımadığım için doğrudan kişilere yönelik bir şey diyemem.” diye ekliyor.
Ben gerçekten anlayamadım: Bu tanımadığınız kişiler menfaat karşılığı iradelerini satmış mı? Yoksa onları tanımadığınız için fikriniz mi yok?
Bu iki iddia mantık kuralları gereği aynı anda ileri sürülemez.
Ya diyeceksiniz ki ben bu kişilerin menfaat karşılığında iradelerini sattıklarını biliyorum; kanıtlarım da şunlar şunlar....
Ya da diyeceksiniz ki tanımadığım kişiler hakkında herhangi bir suçlama yöneltemem.
Hem tanımadığınızı söylüyorsunuz hem de menfaat karşılığında iradelerini sattıklarını ima ediyorsunuz.
Üstelik siz parti üyesi değilsiniz ki, bu üyeleri neden yakinen tanıyasınız ki?
Ama her durumda ortada somut bir suçlama ve somut bir kanıt yok!
Bir parantez: Kurultay’ın şaibeli olduğuna ilişkin iddialar genellikle bu tür soyut ve subjektif değerlendirmelerden oluşuyor.
Sevigen açıklamasının devamında aynen şunları söylüyor:
“Kemal KILIÇDAROGLU bazı konuşmalarında ve basın önünde kurultaya ilişkin olarak Şaibe iddiaları hakkında parti neden bir açıklama yapmıyor" diye söylemlerde bulundu.
Benzer açıklamaları Cumhurbaşkanı da yaptı.
Bunun üzerine medyada bu konu yoğun bir şekilde gündeme geldi.
Ben de katıldığım televizyon programlarında bu şaibe iddialarına yönelik parti tarafından yönetim olarak bir cevap verilmesi gerektiğini söyledim.
Ancak şaibeye yönelik basında ve kamuoyunda yoğun bir söylem olduğundan dolayı Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bu konunun şeffaf bir şekilde araştırılmasında büyük bir fayda olduğunu düşünüyorum.”
Özetle diyor ki Kılıçdaroğlu ile Cumhurbaşkanı kurultayda şaibe bulunduğunu söylediler ve aynı konu basında da işlendi.
İyi de bunlar kamuoyunun bilgisine de sunuldu zaten; siz ne için bunları tekrar ediyorsunuz? Sizin söylediğiniz yeni şey nedir? Soruşturmanın aydınlatılmasına katkı yapacak ne gibi bilgileriniz var? Somut bir bilgi, belge ya da suçlamanız var mı?
Yok!
Özetle ihraçtan dolayı intikam!
“Gönülden bağlı olduğum o parti benim olduğuna göre ya ben yöneteceğim ya da batsın o parti!”
Ya benimsin ya toprağın!
“O kadar emeğim boşa mı gitsin?”
Haklı gerçekten…
Diyebilecek hiçbir şey yok!
Harika!
Şimdi tekrar dönüyorum disiplin mekanizmasına…
Disiplin mekanizması, demokratik merkeziyetçilik ilkesi gereğince disiplinli parti yapıları içinde duraksamaksızın işletilmek zorundadır.
İşletilmediğinde ne mi olur?
Sonraki yazıya…

Yorum Yazın