Yeni Nesil “Ailecilik” ve Aile Yılı
SİYASETHerkesin aileye atfettiği anlam kendi deneyimleriyle sınırlıyken, sosyal bilimciler için “aile” önemli bir araştırma konusudur.
Türkiye’de “ailenin” karanlık yönünü vurgulamak isteyen akademisyenlerin ve toplumsal hareket destekçilerinin bu kadim kurumun yerele özgü yapısını dikkatle analiz etmeleri gerekir. Derin ve yaygın etkisi olan aile kurumunun çözümsüzlüğünün küreselleşmenin yeni koşullarına ayak uyduramayan refah kurumlarının çözümsüzlüğünden farklı anlam taşıdığının fark edilmesi gerekir.
Bu yılın “Aile Yılı” ilan edilmesine doğrusu pek şaşırmadım. Uzun zamandır toplumsal değişmenin en ciddi sarsıntılarını ezelden beri güvenilen ve sorun çözdüğüne inanılan “ailenin” yaşadığının zaten farkındaydım. Dünyadaki ve toplumdaki hızlı değişime, cemaatçi/muhafazakâr bir toplum olan Türkiye’deki “aile” bile ayak uyduramadı. Bu kadim kurum, her ne kadar kendi kendine çözüm üretmeye çabalamış olsa da, eski gücünü ve itibarını kaybetmeye başladı. Hatta, “aile” gündelik haberlere şiddet ve istismarın sahnesi olarak girmeye başladı. Anlaşılan, yeni krizleri, bugün ne birden çok neslin bir arada yaşadığı “geniş aile” ne de “ana/baba/çocuk” tan oluşan “çekirdek aile” çözebiliyor.
Herkesin aileye atfettiği anlam kendi deneyimleriyle sınırlıyken, sosyal bilimciler için “aile” önemli bir araştırma konusudur. Bu alanda yıllardır yapılan çalışmalardan oluşan bilgi birikimi, ailenin, mekan ve zamana göre anlamının, içeriğinin, işlevinin ve ilişki biçimlerinin sürekli olarak değişime uğradığını ve her toplumda farklı aile türlerinin olduğunu göstermiştir. Bu literatüre göre, kısaca ifade edersek, “ailenin” tarımsal üretimin hakim olduğu toplumlarda üretim birimi iken, tarım sonrası toplumlarda üyelerinin idamesini sağlayan ve yeni nesli üreten bir yeniden üretim birimine dönüştüğü ve ataerkil ailelerde yaşa ve cinsiyete göre hiyerarşik ve otoriter ilişkilerin hakim olduğu bilinmektedir. Aynı literatür “modern çekirdek ailelerde” ataerkil ve otoriter ilişkilerin azaldığını, yaşa göre ayrımcılığın önlenmesi için de çaba gösterildiğini gösteriyor.
Türkiye’deki araştırmalar, “ana/baba/çocuk” terkibine dönüşerek küçülmüş olan çekirdek aile yapısının yaygın olduğunu, akrabalık ilişkilerinin önemsendiğini ve özellikle kayırmacı ilişkilerin olduğu güçlü “akrabalık” ilişkileri içinde olan aileler için ayrıcalıklı konum yarattığını göstermiştir. Türkiye’de, özellikle kentleşme sonrasında cemaatçi değerlerin ve akrabalık ilişkilerinin benimsenmesine karşın, terkibi, ilişki biçimi açısından birbirinden farklı aile türlerinin olduğunu gözlemliyoruz. Esas olarak toplumda yaygın kabul gören aile kurumunun son dönemlerde üyelerinin acil sorunları çözememesi, hatta tersine ailenin kendisinin bazen sorun haline gelmesi merak uyandıran bir konu oldu.
Medyaya yansıdığı kadarıyla son dönemlerde bir taraftan ailenin önemine ve dayanışmacı yönüne vurgu yapan “aileciler”, diğer taraftan ailenin karanlık yüzünü ifşa etmeye çalışan “aile eleştiricileri” olarak iki farklı görüş olduğunu anlıyoruz. Bu iki farklı görüşün temsilcilerinin hem aileye atfettikleri anlamın, hem de yaşam deneyimlerinin farklı olduğunu tahmin etmek mümkün. “Muhafazakâr/cemaatçi” çevrelerin yaygın kayırmacılık ortamında aile ve akrabalık ilişkilerinin avantajlarından yararlanıyor olmaları muhtemel. Belki bazı muhafazakar çevreler ise aileye kutsallık atfederek kaybedilen değerleri korumak istiyor olabilirler. Ancak özellikle yönetimdeki siyasetçiler bu değişimin nedenlerini anlamak ve çözüm aramak yerine ellerindeki siyasal gücü ataerkil otoriterliğin devamcısı olarak kullanmaya başladılar ve “aile” kurumunun karanlık yönünü göstermek isteyen kadın ve insan hakları savunucularını hedef tahtasına koydular.
Karmaşık duygularla oluşan aile içi ilişkileri yorumlamak oldukça zor, ancak bilinen bir gerçek, aile üyelerine aile içinde olan biteni dışarı aktarmamaları, susmaları ve katlanmalarının öğretilmiş olmasıdır. Bu bağlamda, mağdurların bir kesiminin aile içindeki otoriter ilişkilerin yarattığı korkudan, bir kesiminin aileden dışlanma korkusundan, bir kesiminin ise salt güçsüzlükten sustuklarını tahmin edebiliriz.
BİR KONFERANSIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Böyle bir dönemde, muhafazakar bir yönetimin yaygın bir kampanya ile bu yılı “Aile Yılı” ilan etmesi medyada ve kamuoyunda haklı bir ilgi uyandırdı. Bu konuya akademik dünyanın nasıl baktığını izleme fırsatını, Mayıs ayının başında İstanbul’da düzenlenen “Sosyal Hizmetleri Yeniden Düşünmek: Sağ Popülizm ve Aile” Konferansı’ sayesinde yakaladım. Bu konferanstaki tebliğler esas olarak, ailenin karanlık yönünü olaylara birebir tanıklık ederek yaşayan sosyal hizmet uzmanları ve sosyal politika alanında çalışan akademisyenler tarafından verildi. Beni son dönemlerde belki de en çok düşündüren bu toplantıda yapılan tartışmaların verdiği ilhamla buraya kendi düşüncelerimi yazmaya karar verdim.
Bu konferans, esas olarak ailenin karanlık yönünü yaşayanların durumunu ve onlar için yeni politika üretme zorunluluğunu aktarmak isteyenlerin tartışma ortamıydı. Bu tartışmaları “aileyi” korumak isteyen karar vericilerin de izlemiş olmasını isterdim. Yaşadığımız bu gerilimli ortamda ne yazık ki, hiçbirimizin ne bu ezeli kurumda olanları anlamaya ne de bu kurumun zayıflamasından zarar görenleri koruyabilecek alternatif çözümleri üretmeye sabrımız var.
Bu toplantıdaki tebliğler, esas olarak kadın hareketinin mücadeleyle ve başarıyla gündeme getirdiği aile içindeki şiddet ve istismar olgusunun mağdurlarıyla ilgiliydi. Bir anlamda buradaki tartışmaların sesi duyulanlar ya da sesini duyurabilenlerle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan ataerkil ailelerle ilgili araştırmalardan aile içinde olan biteni dışarıya duyurmanın “ayıp”, buna karşılık sessizliğin “makbul” olduğunu biliyoruz. Karmaşık duygularla oluşan aile içi ilişkileri yorumlamak oldukça zor, ancak bilinen bir gerçek, aile üyelerine aile içinde olan biteni dışarı aktarmamaları, susmaları ve katlanmalarının öğretilmiş olmasıdır. Bu bağlamda, mağdurların bir kesiminin aile içindeki otoriter ilişkilerin yarattığı korkudan, bir kesiminin aileden dışlanma korkusundan, bir kesiminin ise salt güçsüzlükten sustuklarını tahmin edebiliriz.
Bu nedenle, burada, sözü uzatmayı göze alarak, aile kurumunun toplumsal etkisinin gündelik yaşamdaki sıradan gerçekliklerin çok ötesinde olduğunu anlatmak istiyorum. Bu kurumun yüzyıllara dayanan geçmişiyle yerleşen değerler, neredeyse, genetik kodlara işlemiştir. Üstelik, bu yaygın ve içselleştirilmiş değerler hukuksal normlarla da koruma altına alına gelmiştir. Bugünlerde, aile kurumunun yerleştirdiği değerler, mülkiyet, veraset, velayet, evlilik gibi yasalarla da düzenlenmiştir. Aile, bu hukuksal düzenlemeler sayesinde üyelerinin toplumsal tabakalaşma içindeki konumunu, toplumsal ve ekonomik gücünü, “bireysel” özelliklerden önce belirler. “Aile” kurumu, böylece, bir anlamda toplumdaki servetin ve gücün dağılımını, dolayısıyla “statükonun” korunmasını da sağlar. İşte bütün bu nedenlerle aile içindeki “sessizlik” “çığlık” kadar çok önemlidir ve ilgi çekicidir. “Aile” kurumunun çok yönlü kuşatmasına rağmen çığlıkların artıyor olması, kapsamlı bir toplumsal değişimin göstergesidir ve ciddiye alınmalıdır.
Mağdurların sessizliği “ailesizlik” kalmaktan ya da “aileden dışlanma” korkusundan kaynaklanıyor olabilir. “Ailesizlik” ve “aileden dışlanma” aynı zamanda “toplumdan dışlanma” anlamına geldiğinden çok travmatik sonuçları yaratır. Ataerkil toplumlarda “ailesizlik” sadece savaş, afet gibi toplumca meşru kabul edilen kırımlar olduğunda hoş görülür. Osmanlı’nın “ailesiz” kalanlar için kurduğu Darülaceze, Darüşşafaka, Himaye-i Etfal gibi kurumları hepimiz biliriz. Öte yandan, hangi nedenle olursa olsun “aileden dışlanma” hoş görülmez ve bireyin toplumdan ve hatta hukukun korumasından dışlanması anlamına bile gelebilir.
“Refah devleti” ya da “sosyal devlet” ve “eşit vatandaşlık” ilkelerinin benimsendiği demokratik toplumlarda, birey hakları, insan haklarının sürekli olarak genişletilmesiyle korunmaktadır. Aynı şekilde, toplum ailenin ve piyasanın birey haklarını zedelememesi için sosyal güvenlik, sosyal çalışma uygulamaları ve sivil toplum dayanışması gibi alternatiflerle desteklenmektedir. Son yüzyıldır, kapitalist toplumlar tarihsel ve kültürel niteliklerine göre değişen “piyasa/devlet/aile” bileşimine dayanan farklı “refah rejimleri ” kurmuşlardır.
Refah kurumlarının zayıf olduğu Türkiye’de “aile” kurumu, bazı ailelerin üyelerine kayırmacılık ve akrabalık ya da akrabalık-benzeri ağlarla zenginleşme ve sınıf atlama olanağı verirken, bu ağlara çeşitli nedenlerle ulaşamayan ailelerin üyeleri güçsüzleşmektedir.
AİLEYİ YENİDEN DÜŞÜNMEK, AMA NASIL?
Ancak, son dönemlerde, bireye destek veren refah rejimlerinin kurumları, küreselleşmenin getirdiği zorlamalar ve devletin küçültülmesi söylemiyle sarsılmaya başlamıştır. İnsan haklarına saygı duyanları endişelendiren bu yeni gelişme popülist siyasetçilerin “ailecilik” (familialism) diye adlandırılan akımı benimsemelerine neden olmuştur. Yeni muhafazakar siyaset “ailecilik” akımıyla toplumdaki sorunların çözümü için aileyi adres gösterirken şimdilik, çözüm olarak, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, başta feministler olmak üzere ailenin karanlık yüzünü ortaya çıkarmaya çalışan insan hakları savunucularına saldırmayı seçmişlerdir.
Yukarda sözünü ettiğim konferansa yurtdışından katılan akademisyenler, Macaristan ve Almanya’da canlanan “ailecilik” akımının bazı özellikleri hakkında bilgi verirken bu akımların farklı ülkelerde, farklı zamanlarda, farklı vurgularla tezahür ettiğinden ve eklektik olduklarından söz ettiler. Bugün Batı’da canlanan bu “ailecilik” hareketinin güçlenmiş olan feminizme ve toplumsal cinsiyet tartışmalarına karşı oluşu kadar, milliyetçi ve otoriterlik yanlısı oluşu özellikle dikkati çekmektedir.
Bu noktada, Batı’da refah kurumlarının yetersizliği nedeniyle ortaya çıkan “ailecilik” hareketiyle Türkiye’de ailenin yetersizliği nedeniyle ortaya çıkan “ailecilik” hareketlerinin söylem düzeyinde benzer olsalar da yapısal özellikleri açısından çok farklı olduğuna dikkati çekmek isterim. Bu durum aslında bize sosyoloji biliminin kurucularından biri olan Tönnies’ten bu yana toplumları anlamak için kullandığımız “cemaat-cemiyet” ayrımını hatırlatmaktadır. Kısaca Batı toplumlarında yeni sorunları çözemeyen “kurum”larken Türkiye’de ve diğer cemaatçi toplumlarda sorunları çözemeyen “aile” olmaktadır. Refah kurumlarının zayıf olduğu Türkiye’de “aile” kurumu, bazı ailelerin üyelerine kayırmacılık ve akrabalık ya da akrabalık-benzeri ağlarla zenginleşme ve sınıf atlama olanağı verirken, bu ağlara çeşitli nedenlerle ulaşamayan ailelerin üyeleri güçsüzleşmektedir.
Bu nedenle, Türkiye’de “ailenin” karanlık yönünü vurgulamak isteyen akademisyenlerin ve toplumsal hareket destekçilerinin bu kadim kurumun yerele özgü yapısını dikkatle analiz etmeleri gerekir. Derin ve yaygın etkisi olan aile kurumunun çözümsüzlüğünün küreselleşmenin yeni koşullarına ayak uyduramayan refah kurumlarının çözümsüzlüğünden farklı anlam taşıdığının fark edilmesi gerekir. Özellikle, yeni siyaset üretmek isteyen sivil toplum hareketlerinin sadece “söylem” değil aynı zamanda uygulamaya geçirilebilecek yerel, özgün ve yeni dayanışma modellerinin üretilmesi için de tartışmaları yararlı olabilir.
İlginizi Çekebilir