Bir zamanlar Türkiye, Amerika’nın Ortadoğu’daki küçük modeli olarak görülürdü; şimdi ise Trump dönemiyle birlikte roller tersine dönmüş durumda. Bugünün Amerikası, özellikle aşırı sağın yükselişiyle, Erdoğan yönetiminden izler taşıyan bir siyasal çizgiye bürünüyor.
Erdoğan, 29 Nisan’da Meloni’nin davetlisi olarak Roma’daydı. Basına yansıyan karelerde yüzler gergin değil, ama oldukça ölçülüydü. Protokol fotoğrafları kusursuz görünüyordu. Açıklamalar düz, kontrollü ve beklendiği gibiydi: ne fazla, ne eksik. Oysa asıl mesele zaten konuşulanlarda değil, konuşulmayanlardaydı. Bu ziyaret, belki de bu yüzden bu kadar ibret vericiydi.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Erdoğan’a gayet de güleryüzle teşekkür etti. Gerekçesi açıktı: Türkiye’den gelen düzensiz göçmen sayısı sıfıra inmişti. Roma’nın gözünde bu, takdir edilesi bir başarıydı. Ancak kimse bu sıfırın ne pahasına sağlandığını sormadı. Sınır dışı edilen, kamplarda sıkışıp kalan, kimliksizleştirilen ya da daha yola çıkamadan kaybolan insanlar yoktu sanki. Milyonlarca göçmenle bir arada yaşamaya zorunlu bırakılmış ve artık her türlü güvenlik unsurundan koparılmış vatandaşların hali de kimsenin umurunda değildi. “Sıfır”ın bedeli görünmez kılındı; çünkü Avrupa için bu sıfır, kendi iç huzurunun garantisiydi. Türkiye, Avrupa’nın doğu sınırında bir filtre gibi iş gördüğü sürece, iç işlerine dair sorular sorulmayacağı anlaşılıyordu. Roma bunu açıkça söylemeden ima etti. Ankara da yüksek sesle ilan etmeksizin kabul etti. Bu yalnızca İtalya’ya özgü bir durum değil; Avrupa’nın herhangi bir başkentinde gerçekleştirilecek benzer bir görüşme de aynı minvalde ilerleyecektir.
İtalya, teşekkürünün ardından bir adım daha attı: Türk vatandaşlarının İtalya vize randevuları topluca iptal edildi. Bir yanda ekonomik işbirlikleri, savunma sanayi ortaklıkları duyurulurken, öte yanda sıradan bir Türkiye yurttaşı İtalya’ya adım dahi atamıyor. Sadece ekonomik sebeplerle değil; vize randevusu almak bile başlı başına imkânsızlaşmış durumda. Alabilenlere ise artık altı ay, bir yıl gibi uzun süreli vizeler verilmiyor; kısa, sınırlı vizelerle yetinmeleri bekleniyor. Üstelik iş insanları için de tablo aynı. Kamera karşısında gülümseyen liderlere bu mesele sorulsaydı, o gülümsemeler belki de yerini yüzleri asan bir gerilime bırakacaktı. Avrupa'nın Türkiye’ye karşı uyguladığı bu çifte standart, burada tüm açıklığıyla kendini gösteriyor: Erdoğan’ı ağırlayan İtalya, Erdoğan’ın yönettiği halkı sınırlarında istemiyor.
Fakat daha da ağır olan başka bir sessizlikti: İstanbul’un seçilmiş belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutukluluğu, Roma’da tek bir cümleyle bile anılmadı. Bir zamanlar Türkiye’deki demokratik gerilemelere yüksek perdeden eleştiriler yönelten Avrupa’nın, bugün Erdoğan karşısında bu kadar suskun kalması diplomatik değil, ahlaki bir tercihtir. Avrupa artık hak ve hukukla değil, çıkar ve dengeyle konuşuyor. Meloni, göçü durdurduğu için Erdoğan’a teşekkür ederken, aynı Erdoğan’ın ifade özgürlüğünü baskılamasını, adil yargıyı zedelemesini ve muhalefeti sindirmesini görmezden gelmeyi tercih ediyor. Çünkü her konuda uzlaşmaya açık bir Erdoğan, Avrupa için "öngörülebilir" bir ortak. Tüm bunlara rağmen, yarın öbür gün Cumhurbaşkanlığı seçimlerini İmamoğlu kazanırsa, Avrupa’daki liderlerin birbiriyle yarışarak “laik Türkiye kazandı”, “adalet geri geldi” temalı mesajlar yayınlayacakları da unutulmamalı.
Erdoğan’ın Avrupa’daki yeri, artık eleştirilen değil, idare edilen bir lider pozisyonu. Avrupa, “demokratikleşen bir Türkiye” gibi belirsiz ve zahmetli bir ihtimalle uğraşmaktansa, “idare edilen bir Erdoğan”ı tercih ediyor.
Çıkarlar söz konusu olduğunda Erdoğan, Avrupa’nın gözünde hâlâ tercih edilebilir bir lider. Onlar için önemli olan, Türkiye’den kaç göçmenin geçtiği, Avrupa’ya ulaşan mülteci sayısının ne kadar azaldığı. Türkiye içinde kaç gazeteci tutuklu, kaç belediye başkanı görevden alındı, kaç öğrenci pasaport alamıyor… Bunlar artık “ikincil meseleler”. Öncelik işleyen ticaret ve durdurulan göç. Geri kalan her şey diplomatik jestlerin gölgesinde bırakılıyor.
Bir zamanlar Türkiye, Amerika’nın Ortadoğu’daki küçük modeli olarak görülürdü; şimdi ise Trump dönemiyle birlikte roller tersine dönmüş durumda. Bugünün Amerikası, özellikle aşırı sağın yükselişiyle, Erdoğan yönetiminden izler taşıyan bir siyasal çizgiye bürünüyor. Bu nedenle Avrupa’daki pek çok sağ popülist lider için Erdoğan, artık eleştirilmesi gereken değil, dikkatle izlenip örnek alınması gereken bir figür hâline geliyor.
Roma’daki o basın toplantısına dönecek olursak, Erdoğan muhalif sevmediği için gazetecilere soru hakkı tanınmadı. Belli ki Meloni için de durum farklı değil; basını dışarıda bırakarak zor sorularla muhatap olmaktan kurtuldu. Sorular sorulsaydı, verilecek yanıtların yaratacağı rahatsızlık, tüm o zarif protokolün gölgesine düşebilirdi. Artık pek çok politik lider duymak istemediğini ya hiç duymayarak, ya da duymamasına ortam yaratarak konuları geçiştiriyor.
Erdoğan–Meloni görüşmesi, bir yol ayrımını değil, bir yol alışını belgeledi. Avrupa, Türkiye’de olan biteni görmezden gelmeye; Türkiye ise bu görmezden gelinmişlikle dış destekli bir iç meşruiyet inşa etmeye razı görünüyor. Ortada açıkça imzalanmış bir anlaşma yok belki; ama güçlü bir suskunluk var. Ve bazen diplomasi tam da böyle işler: Konuşulmadan, imzalanmadan, ilan edilmeden — ama hissedilerek.
Erdoğan’ın Avrupa’daki yeri, artık eleştirilen değil, idare edilen bir lider pozisyonu. Avrupa, “demokratikleşen bir Türkiye” gibi belirsiz ve zahmetli bir ihtimalle uğraşmaktansa, “idare edilen bir Erdoğan”ı tercih ediyor. Bu tercih, yalnızca liderler düzeyinde değil, halkların geleceğinde de derin bir gölge bırakıyor.

Yorum Yazın