© Yeni Arayış

Türkiye gençleri, Netflix izlediği sürece Türkiye Demokrasisi için umut var

Netflix içerikleri, yalnızca rejim dışı estetikler sunmakla kalmaz; aynı zamanda rejimin tahayyülünün dışında bir kültürel normatiflik inşa eder. Bu, Gramsci’nin “karşı-hegemonya” dediği şeyin dijital çağdaki görünümüdür. 

Netflix, Türkiye toplumunu yalnızca eğlendirmez; dönüştürür. Rejimin kültürel tahakkümünü aşındırdığı gibi Bizi Batı ahlakına -ve dolayısıyla Batı demokrasisine- yaklaştırır. Her izlenen sahne, yerli ve milli hegemonya için küçük bir aşınma; demokrasi içinse bir tohumdur.

Başlangıçta bu cümle size garip gelebilir, Uğur Mumcu'nun ''Gardrop Atatürkçülüğü'' eleştirilerini hatırlatabilir ancak referanslarım Karl Marx ve Gramsci

Marx'ın Altyapı-Üstyapı teorisi ve Gramsci'nin Kültürel Hegemonya tezleri, bu yazımın referansları

Gramsci, rejimlerin ayakta kalabilmek için sadece ellerindeki baskı aygıtının yetmeyeceğini, rıza üretmek zorunda olduğunu ve bu rızayı kültürel hegemonya kurarak inşa edebileceğini söyler. Bu rıza, medya, eğitim, aile, din, sanat gibi aygıtlar aracılığıyla yeni bir hegemonya içinde makbul kimlik yaratılarak inşa edilir.

Türkiye toplumu gibi 3 Asırlık bir modernleşme hikayesi olan, yüzünü batıya dönmüş, şehirleşmiş, sekülerleşmiş ve tüketim toplumu haline gelmiş bir toplumun, AKP'nin otoriterleşmesine rıza göstermeyeceği çok net olduğu için, AKP'nin bir kültürel hegemonya kurmaktan başka ''çaresi'' yok.

İşte AKP de ''Yerli ve Milli''  retoriği ile kendi makbül vatandaşını yaratıyor.

Rejim, "Yerli ve Milli" kimliği üstünden yeni bir makbul yurttaşlık tanımı yaratıyor. Bu tanım, eski rejimin aksine sadece etnik olarak Türk ve mezhepsel olarak Sünnilik üstünden yükselen bir tanım olmaktan ziyade, Patriyarkal kodlar ile şekillendirilmiş bir ''Devletçilik'' sütünü üstünden yükselirken, bu sütünün altında tanımın adından da anlaşılacağı üzere ''Yerli ve Millilik''  yatıyor; yani dışarıya kapalı olma, içe kapanma, Türkiye'nin geleneksel kodlarına dönmek.

Biraz önce de bahsettiğimiz gibi, rejim tahakküm sağlayabilmek için bu Yerli ve Millilik kültürünün hegemon olduğu bir atmosfer yaratmak zorunda.

Marx’ın altyapı–üstyapı ayrımı, modern siyasal analizde yalnızca ekonomik ilişkilerin değil, kültürel ve simgesel yapılarla olan ilişkilerin de yeniden düşünülmesini mümkünkılmıştır. Altyapı, yalnızca üretim araçları ve sınıfsal ilişkiler değildir; tüketim kalıplarını, gündelik yaşamın maddi ritimlerini, arzuların dolaşımını ve kültürel pratiklerin biçimlenmesini de kapsayan daha geniş bir toplumsal düzlemdir. Bu bağlamda, tüketim kültürü yalnızca ekonomik bir davranış biçimi değil, aynı zamanda üstyapının (ideoloji, hukuk, siyaset, etik ve estetik normlar) yeniden üretildiği bir hegemonya alanıdır.

Dolayısıyla bugün Türkiye gibi otoriter birikim modeliyleişleyen siyasal rejimlerde iktidarın kültürel egemenlik kurmaçabası, yalnızca dinî söylemler, milli mitolojiler ya da eğitim politikalarıyla değil, aynı zamanda tüketim rejimiyle de doğrudan bağlantılıdır. Rejim, yalnızca nasıl düşünülmesi gerektiğini değil; ne izlenmesi, neye gülünmesi, neyle özdeşleşilmesi ve neyin arzulanması gerektiğini de belirlemek zorundadır. Gramsci’nin de altını çizdiği üzere, iktidar sadece baskı araçlarıyla değil, “rıza üretimi” yoluyla kalıcı hale gelir. Ve bu rıza, kültürel hegemonya kurularak elde edilir.

Ancak burada bir kırılma noktası beliriyor: Bu rejimin kültürel tahayyülünün çeperinin dışında kalan ürünler tüketildiği sürece, rejimin inşa etmeye çalıştığı hegemonik yapı sadece zayıflamakla kalmaz, aynı zamanda gündelik hayatta karşılığı olmayan bir boşluğa dönüşür. Hegemonya, yalnızca fikirsel biralan değildir; duyusal, estetik, dramatik olanın da içinde yer aldığı bir atmosferdir. Eğer iktidarın tahayyül ettiği atmosfer, tüketim pratiklerinde karşılık bulamazsa, hegemonya çökmez belki ama rıza üretme kapasitesini yitirir.

Netflix içerikleri, yalnızca rejim dışı estetikler sunmakla kalmaz; aynı zamanda rejimin tahayyülünün dışında bir kültürel normatiflik inşa eder. Bu, Gramsci’nin “karşı-hegemonya” dediği şeyin dijital çağdaki görünümüdür. 

İşte bu noktada Netflix devreye girer: Bu platform, yalnızca yüksek kar marjları ile işleyen dijital bir içerik sağlayıcısı değil; aynı zamanda Batı kültürel evreninin kodlarını taşıyan ve bukodları ev içlerine sızdıran bir sembolik araçtır. Platformun anlatılarında öne çıkan temalar—cinsel yönelimlerin çeşitliliği, toplumsal cinsiyet eşitliği, bireyin kurumsal baskılara direnişi, otoritenin eleştirisi, kimlik siyasetinin meşruluğu ve ötekiliğin görünürlüğü—rejimin makbul vatandaş tasavvuru ile doğrudan çelişir.

Netflix içerikleri, yalnızca rejim dışı estetikler sunmakla kalmaz; aynı zamanda rejimin tahayyülünün dışında bir kültürel normatiflik inşa eder. Bu, Gramsci’nin “karşı-hegemonya” dediği şeyin dijital çağdaki görünümüdür. İçerikler, gündelik hayatın ahlaki koordinatlarını Batı’nın seküler etik sistemiyle yeniden biçimlendirir: Birey, devlete karşı bir hak öznesi; kadın, patriyarkanın itaatkâr figürü değil öznellik taşıyan bir fail; aşk, yalnızca heteronormatif birliktelik değil, çoğulluğa açık bir alan haline gelir.

Rejim, bu kültürel dönüşüm karşısında artık yalnızca siyasi değil, epistemolojik bir kriz yaşamaktadır. Çünkü Batılı kültürleşekillenen bu yeni duyarlıklar, yalnızca rejimin anlatısını değil, rejimin tahayyül ettiği insan modelini de geçersiz kılar. Artık“makbul vatandaş” değil, “duyarlılığı Batılılaşmış birey” ekranın öbür tarafında kendini bulur. Bu birey, belki sistemin içine doğmuştur ama ona ait değildir.

Sonuç olarak: Netflix’in varlığı, dijital bir platformdan öte, alternatif bir kültürel altyapı kurma işlevi görür. Ve bu altyapı, zamanla üstyapıyı—yani siyaseti, rızayı, kurumsal yapıyı—aşındırır. Kültürel hegemonya, içeriden çözülür. Rejimin kurmak istediği tekil ahlak rejimi, karşısında çoğulluğun görselanlatılarını bulur. Ve bu çoğulluk, rejimin kendisini dayandırdığı kültürel ontolojiyi istikrarsızlaştırır.

Bu nedenle, Netflix izlemek iktidarın yaratmak istediği kültürel tahakküme karşı çıkmak olduğu gibi Türkiye toplumunu da Batılılaştıracak bir adımdır; çünkü Batının ahlakı alınmadan Demokrasi alınmaz.

Netflix burada yalnızca bir “platform” değil; kültürel bir taşıyıcıdır. Gramsci'nin deyimiyle bir organik aydın gibi işlev görür: toplumu yeni bir değer sistemine alıştırır, eski hegemonik formu normalleştirilemez hale getirir.

Çünkü demokrasi, yalnızca kurumsal bir örgütlenme modeli yada bir yönetim tekniği değil; belirli bir ahlaki evrenin ve kültürel altyapının ürünüdür. Ve bu ahlaki evren, Batı'nın yüzyıllar boyunca sekülerleşme, bireyleşme, öznellik, eleştirel akıl ve kamusal rasyonalite gibi süreçlerle inşa ettiği bir zemin üzerinde yükselmiştir. Bu zeminin dışında bir demokrasiden söz etmek, liberal demokrasinin tarihsel özgüllüğünü kavrayamamak anlamına gelir.

Demokrasi; bireyin kutsallaştırılması, toplumsal çeşitliliğin meşru kabulü ve devletten çok toplumun merkeziliği üzerinden işler. Bu ise ancak belirli bir kültürel içselleştirme ile mümkündür. Carl Schmitt’in “demokrasi bir biçim değil, bir dost–düşman ayrımıdır” şeklindeki çarpıcı analizinin tersine, liberal demokrasinin ontolojik temeli uzlaşmaya, çoğulluğa ve ahlaki eşitliğe dayanır. Bu da Batı’nın modern kültürel formasyonudur.

Türkiye’de 150 yılı aşkın süredir yürütülen modernleşme projesinin en temel paradoksu tam da burada yatmaktadır: Batı’nın siyasal biçimlerini almak isteyip, onun kültürel-ahlaki altyapısından imtina etmek. Demokrasi, ithal edilebilecek bir anayasa ya da kurumlar dizisi değildir; onu taşıyacak olan duyarlıklar, normlar, gündelik reflekslerdir. Bu da ancak Batı kültürüyle mümkün olabilir.

İşte Netflix burada yalnızca bir “platform” değil; kültürel bir taşıyıcıdır. Gramsci'nin deyimiyle bir organik aydın gibi işlev görür: toplumu yeni bir değer sistemine alıştırır, eski hegomonikformu normalleştirilemez hale getirir. Netflix'in anlatıları, Batı ahlakının—bireysel tercihlerin meşruluğu, kimliklerin çoğulluğu, kadın-erkek eşitliği, otorite eleştirisi, bireyin öznelliği—gündelik hayatta yeniden üretildiği bir kültürel pedagojidir.

Bu pedagojinin yayılması, Türkiye gibi ülkelerde yalnızca bir “televizyonculuk” meselesi değil, siyasal olanın dönüşümü için bir ön koşuldur. Batı demokrasisinin Türkiye'de yeniden filizlenebilmesi için, Batı’nın etik ve kültürel kodlarıyla iç içe geçmiş bir toplumsal zemin gereklidir. Demokrasi, yalnızca oy vermek değil, başkasının da oyuna tahammül etmektir. Başkasına tahammül ise ancak onunla aynı etik evrende var olmayı kabullenmekle mümkündür.

Bu yüzden Netflix, Türkiye toplumunu yalnızca eğlendirmez; dönüştürür. Rejimin kültürel tahakkümünü aşındırdığı gibi Bizi Batı ahlakına -ve dolayısıyla Batı demokrasisine- yaklaştırır. Her izlenen sahne, yerli ve milli hegemonya için küçük bir aşınma; demokrasi içinse bir tohumdur.

Türkiye, Netflix evrenine alıştıkça, o evreni içine sindirdikçe Batılılar gibi olacak. Toplum batılı gibi olduktan sonra, Türkiyelilerin kendilerini yönetecekleri rejimleri de batılı demokrasi rejimleri gibi olacak.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER