Bitmeyen veya bitirilmeyen çile: Ortadoğu
DIŞ POLİTİKAŞara’nın Suriye’de iktidara geçmesiyle Türkiye’deki birtakım çevreler, Gazze’de başlayan, Lübnan, İran ve Suriye’yle devam eden sürecin sefahatini etraflıca ve soğukkanlı bir yaklaşımla değerlendirmek yerine iktidarın da itmesiyle adeta bir bayram havasına girdiler.
Halen Suriye bünyesinde çeşitli kesimler arasındaki tartışmaları körüklediği anlaşılan geçici anayasanın mevcut ortamda geniş bir toplumsal mutabakat uyandırıp uyandırmayacağı ve, şayet gerçekleşirse, Eylül 2025’te yapılacak parlamento seçimlerinin işbaşında bulunan geçici yönetim açısından nasıl sonuç vereceğinin belirsizliğini koruduğu bir dönemde, ekonomik darboğazlarla karşı karşıya bulunan ve özellikle “terörsüz Türkiye” tartışmalarına gark olmuş bulunan Ankara’nın, bölge genelinde ve Suriye özelinde umduğu derecede bir rol oynaması, iç politikada kendisini geçmiş tarihin boşa çıkardığı hayalî tasarımlardan soyutlama yeteneğini sergilemesine ve dış politikada ideolojik değil, ulusal çıkarları esas alan bir yol izlemesine bağlı kalacaktır.
YENİDEN KAYNAYAN ORTADOĞU KAZANI
Bugünlerde Ortadoğu üzerine analiz yazmak gerçekten cesaret istiyor. Gelişmeler o denli dinamik bir seyir izliyor ki, geleceği yakaladıklarını düşünen gözlemcilerin analizleri günlük gelişmeler karşısında büyük resmin kaçırılması riskini taşıyor.
Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de, Aralık 2024’ten bugüne kadar Suriyede meydana gelen gelişmelerin yol açtığı sonuçlar bölgeyi olduğu kadar küresel siyaseti de etkiliyor. Sahayı bilen, yerinde izleyen ve Ortadoğu’ya dair bütüncül bakış açısına sahip analistleri bir kenara koyacak olursak, bölgedeki gelişmelere salt ideolojik, mezhepsel veya etnik açılardan yaklaşan, bunların küresel çerçevesini ve dinamiklerini olgusal temelde irdelemekten kaçınan, analizlerini tek veya çok kısıtlı değişkenlere dayandıran, başlıca kaygıları Türkiye’nin iç politikasında özellikle yönetim çevrelerini tatmin etmek olan derinlikten yoksun kimi kalem sahipleri kendilerine özgü sığlıklarını sergilemeye devam ediyorlar. Bu türden sözde “kamuoyu önderleri”, Türkiye’nin mevcut ve gelecekteki çıkar ve güvenliğini kökten etkilemeye aday gelişmeleri, tarihe dayalı bir perspektif ve halen devam eden bir dizi süreç kapsamında görülmesi gerektiğini, dolayısıyla dış ve güvenlik politikalarındaki güncellemelerin anlık ve perakendeci bir yaklaşımla değil, ihtiyatı canlı tutan bütüncül ve stratejik bir bakışla ele alınmasını savunanlara karşı her zamanki pervasız ve umursamaz tavırlarını büyük bir pişkinlik ve kibirle sürdürme gayreti içindeler. Yanıldıklarını ve yanılttıklarını görmezden gelecek denli utanç duygusundan yoksunlar.
GAZZE’DE DEVAM EDEN TRAJEDİ
Hamas’ın Ekim 2023’te İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırının, zamanında koltuğu sallantıda olan Netanyahu rejimine Filistin’e karşı acımasız ve yayılmacı bir yol izlemek ve iktidarda kalmak için benzersiz bir imkân tanıdığını, teröre bulaşmamış yaşlı, kadın, çocuk, bebek masum 60.000’in üstünde Filistinliyi katletmeye kapı araladığını, bununla da kalmayıp Lübnan, Suriye ve Yemen’deki İran yanlısı hizipleri hedef alan operasyonları yürüterek, İran’ı da hedef tahtasına koymak suretiyle Şam’ın kapısına dayandığını görmekle yetinmeyip, bu dramatik gelişmeleri Hamas saldırısının tetiklediğini idrak etmek gerekir. Hamas’ın temsil ettiği siyasal İslam modeli ile İran’daki aşırıcı çevrelerin yıllardır bölgede kurmaya çalıştıkları nüfuza hizmet etmeye yönelen bölgedeki yönetim çevreleri ve taraftarlarına İsrail’in, bulduğu her fırsatta şiddeti de beraberinde getirecek baskı uygulamaya olabildiğince devam etmeye kararlı bir görüntü sergilediği izlenmektedir. İsrail’in mevcut tutumu ve özellikle tehdit algısı ile Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap yarımadası rejimlerinin bölgesel sınamalara bakış açılarının örtüştüğü de gözlenmektedir. Bu itibarla, bugünlerde Batı Şeria’ya da yayılma istidatı artan İsrail’in, Gazze ve İran’a karşı yürüttüğü operasyonlar çerçevesinde Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap dünyasının önde gelen aktörlerinin seslerinin cılız kaldığı ve büyük ölçüde Arap sokağını tatmin etmeye dönük birkaç sert söylem dışında sonuç alıcı bir yola sapmaktan kaçındıkları gözlenmektedir. Buna mukabil İsrail’in Gazze’de BM gıda yardımına engel olması, dolayısıyla açlığı silah olarak kullanması üzerine başlayan ölümler karşısında BMGK daimi üyeleri olan Fransa ve İngiltere’nin, bir yerde koşullu da olsa, Filistin’i Eylül ayında yapılacak BM Genel Kurul toplantısı vesilesiyle tanıyacaklarını açıklamaları son günlerin önemli gelişmeleri arasında yer almıştır. Tanıma kervanına Kanada da eklenmiştir. Bu iki ülkeden önce İspanya, Norveç ve İrlanda’da Filistin’i tanıyacaklarını ve iki devletli çözümden yana olduklarını açıklamışlardı. Bu süreçte iki önemli İsrailli STK’nın İsrail’i Gazze’de soykırım yapmakla suçlaması da kayda değer bir adım olmuştur. Devam eden mezalim karşısında İsrail toplumundan Netanyahu rejimine karşı bu tür eleştirilerin yapılması hiç şüphesiz önemlidir.
Suriye geçici yönetimi başkanı ve HTŞ lideri Şara’nın işbaşına gelmesiyle başlayan süreçte ilk dalgada su yüzüne çıkan Suriye’nin geleceğine dair umutların üzerine gölge düşmüştür.
SURİYE’DE SÜREKLİ AÇILAN YENİ PERDELER
İsrail’in, Ahmet el Şara’nın işbaşına gelmesinden sonra Suriye’de yürüttüğü politikanın da bölge analistleri tarafından mercek altında tutulduğu görülmektedir. Şara’nın Esad’ı devirip iktidarı ele geçirmesi ilk aşamalarda Suriye’de ve bölge genelinde bir heyecan dalgası yaratmıştır. Bu coşkulu havanın bilahare ortaya çıkan gelişmelerle birlikte yerini endişeli bir beklemeye bıraktığı gözlenmektedir. Mart 2025 ayındaki iki kritik hadise Suriye’nin güvenliği açısından dönüm noktası olmuştur. Bunlardan ilki, 6 Mart’ta Lazkiye ve Tartus’ta Arap Alevi kesime karşı yapılan kıyımdı. Esad ve Baas yanlısı taraftarların iki kentte başlattığı kalkışma girişimi HTŞ bünyesindeki aşırıcı hiziplerin Arap Alevileri hedef alan toplu cinayetler işlemesiyle sonuçlanmıştır. Diğer bir gelişme ise, 10 Mart’ta Şara ile SDG lideri Abdi arasında ABD’nin himayesinde varılan sekiz maddelik anlaşmadır. Bu anlaşma suretiyle HTŞ lideri Şara ve SDG’yi temsilen Abdi arasında Kürt asıllı Suriyelilerin inşa halindeki Suriye siyaset kurumuna ve toplum yapısına hangi koşullarda entegre olacaklarının müzakeresi yapılmıştır. Sözkonusu ikili arasındaki temaslar Şam’la sınırlı kalmamış, yine ABD’nin yönlendirmesiyle Suriye’deki Kürtlerin geleceği meselesi çeşitli ikili ve ABD-Fransa-İsrail üçlüsünün ön almasıyla çoklu çerçevelerde masaya yatırılmıştır.
Suriye’deki durumun henüz belirsizliğini koruduğu bir sırada ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun Mayıs 2025’te Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yaptığı bir beyan dikkat çekmiştir. Bu çerçevede Rubio, “Suriye'deki geçiş yetkililerinin desteklenmesi çağrısında bulunarak, ülkenin "potansiyel bir çöküşe ve destansı boyutlarda tam ölçekli bir iç savaşa" sadece birkaç hafta uzaklıkta olabileceği” iddiasını öne sürmüştür. Rubio’nun bu beyanı öncesinde İsrail’in Nisan 2025’te Suriye’deki beş noktaya havadan operasyon düzenlediği, Şam’ın yakınlarına kadar ilerlediği, 1981’de ilhak ettiğini açıkladığı Golan Tepeleri’ni fiilen kontrol altına aldığı ve Dürzilerin yoğun olarak yaşadığı güney Suriye’de (Süveyda) bu kesim ile Arap bedevileri/aşiretleri arasında çıkan çatışmalara Dürziler lehine geniş çaplı operasyonlar yaptığı görülmüştür.
Son gelişmeler dikkate alındığında Suriye geçici yönetimi başkanı ve HTŞ lideri Şara’nın işbaşına gelmesiyle başlayan süreçte ilk dalgada su yüzüne çıkan Suriye’nin geleceğine dair umutların üzerine gölge düşmüştür. On yılı aşan geniş çaplı bir iç savaşa maruz kalan, toplumu bünyesinde birbirlerine karşı tarihî önyargılar besleyen çeşitli toplulukları barındıran bir ülkede sorunlu bir sicile sahip geçici bir başkanın sihirli değnek işlevi göremeyeceği, önünde çok uzun ve engebeli bir yolla karşılaşacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek bulunmamaktadır. Henüz sınamalarla bezeli bir süreci ağırlaştıran ortam aynı zamanda hem yakın coğrafyada (Ukrayna) hem Ortadoğu genelinde (Gazze-İran-İsrail), gerekse küresel tabloda güçler mücadelesine sahne olan bir döneme denk gelmiştir. Bu itibarla Suriye, farklı ulusal çıkarların karşı karşıya geldiği çok paydaşlı, çok aktörlü (devlet ve devlet dışı aktörler) ve çok bileşenli bir sorunsalın mükemmel, ancak bir o kadar da zorlu örneğidir.
Suriye’nin gündemdeki canlı yerini koruduğu bir ortamda Türkiye ve İsrail’in Suriye’de karşı karşıya gelmesi olasılığına binaen Azerbaycan’ın kolaylaştıcılığında Nisan 2025’te Bakü’de “çatışma önleme mekanizması” tesis etmek üzere biraraya gelmeleri de sürecin ilgi uyandıran gelişmelerinden biri olmuştur. İsrail-Azerbaycan ilişkilerinin olumlu arka planı bilinmekle birlikte, NATO üyesi olan Türkiye’nin, Türkiye’ye olası bir İsrail silahlı saldırısına karşı ön almak üzere Bakü’nün kolaylaştırılacağına başvurması ilginçtir. Tahayyül ötesi çılgınca ve saldırgan davranışlar sergileyen Netanyahu yönetiminin bir NATO üyesine karşı silahlı saldırıda bulunmasının İttifak’ın sonunu getirecek bir süreci tetikleyeceğinin Ankara herhalde ayırdındadır. Netanyahu’nun Nisan 2025’te Washington’u ziyaretinde Trump’ın kameralar önünde Netanyahu’ya, “Bibi, Türkiye ile bir problemin varsa bunu çözebileceğimi düşünüyorum gerçekten. Türkiye'yle ve lideriyle çok, çok iyi bir ilişkim var. Birlikte çözebileceğimizi düşünüyorum” şeklindeki ifadelerinin NATO taahhütleri açısından da tesadüfi olmadığını görmek gerekir. Ankara’nın, zamanında Suriye krizi sırasında sıkça başvurduğu üzere, Türkiye’nin güvenliğine dönük herhangi bir tehdit karşısında konuyu NATO Antlaşmasının 4. maddesine dayanarak İttifak’a taşıma hakkının saklı olduğu herhalde Ankara’daki yöneticilerin bilgisi dahilindedir.
Akılcı, ulusal çıkarları temel alan, ihtiyatlı, soğukkanlı ve Suriye’deki tüm kesimlerin güvenini kazanmaya dayalı bir vizyon çerçevesinde Türkiye’nin, Suriye’deki gelişmelerin seyrini etkileme potansiyelinin hafife alınmaması gerekiyor. Önümüzdeki mesele, bu tür bir vizyonun eksikliğinde nereye kadar mesafe katedilebileceğinde düğümleniyor.
ORTADOĞU’NUN TÜRKİYE’DEKİ İZDÜŞÜMLERİ
Mayıs 2025’de bölgeyi ziyaret eden ABD Başkanı Trump, karşılığında bölge ülkelerinden perde gerisinde ne aldığı tam olarak kestirilemese de, Şara rejimi üzerindeki yaptırımları kaldırmıştır. Aynı zamanda ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi olan Suriye Özel Temsilcisi Barrack’ın, Türkiye’nin iç yapısını da doğrudan ilgilendiren meseleler dahil, Suriye’ye ilişkin çelişkili beyanlarda bulunmaya devam ettiği görülmektedir. Bunlar esas alınırsa, ABD’nin ve İsrail’in, Suriye’nin kuzeydoğusunda Irak’ın kuzeyindekine benzer adem-i merkeziyetçilik ilkesine dayalı özerk bir yönetim tesis etmeyi hedefledikleri veya bunu seçeneklerden biri olarak değerlendirdikleri söylenebilir. Bu çerçevede öngörülen modelin “Kuzey Irak 2.0” versiyonunu çağrıştıran bir düzenlemeye yaslandırılma seçeneği de peşinen dışlanamaz. Eğer nihaî amaç buysa, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bölgede “Türk-Kürt-Arap birliğinden” söz etmesinin tesadüfi olup olmadığı da sorgulanabilir.
Şara’nın Suriye’de iktidara geçmesiyle Türkiye’deki birtakım çevreler, Gazze’de başlayan, Lübnan, İran ve Suriye’yle devam eden sürecin sefahatini etraflıca ve soğukkanlı bir yaklaşımla değerlendirmek yerine iktidarın da itmesiyle adeta bir bayram havasına girdiler. Sürecin son aşamalarında ortaya çıkan karmaşık tabloya rağmen halen aynı “balon” içinde yaşamaktan geri durmuyorlar. HTŞ’nin bünyesinde halen mevcut veya gelecekte keskinleşecek görüş ayrılıklarının ne yöne evrilebileceğini etraflıca analiz etmekten kaçınıyorlar. Ne Arap yarımadasındaki monarşilerin ne de ABD desteğindeki İsrail’in Suriye’de aşırıcı İslamcı ideolojiden beslenecek ve kendileri için ileride doğrudan ve yakın tehdit oluşturacak bir yönetim şekline olumlu bakmayacağını görmezden geliyorlar. Bu çerçevede, yeri ve zamanı geldiğinde, mevcut Suriye yönetimini “ehlileştirmek” üzere Suriye’ye müdahale etmek amacıyla Kürt, Dürzi ve hatta DAEŞ ile Arap Alevi kartlarını kullanmaktan geri durmayacaklarını idrak edemiyorlar. Bu kartların bir bölümünün esasen şimdiden devreye alındığını da görmezden gelmeyi yeğliyorlar.
Diğer yandan, akılcı, ulusal çıkarları temel alan, ihtiyatlı, soğukkanlı ve Suriye’deki tüm kesimlerin güvenini kazanmaya dayalı bir vizyon çerçevesinde Türkiye’nin, Suriye’deki gelişmelerin seyrini etkileme potansiyelinin hafife alınmaması gerekiyor. Önümüzdeki mesele, bu tür bir vizyonun eksikliğinde nereye kadar mesafe katedilebileceğinde düğümleniyor.
SONUÇ
Halen Suriye bünyesinde çeşitli kesimler arasındaki tartışmaları körüklediği anlaşılan geçici anayasanın mevcut ortamda geniş bir toplumsal mutabakat uyandırıp uyandırmayacağı ve, şayet gerçekleşirse, Eylül 2025’te yapılacak parlamento seçimlerinin işbaşında bulunan geçici yönetim açısından nasıl sonuç vereceğinin belirsizliğini koruduğu bir dönemde, ekonomik darboğazlarla karşı karşıya bulunan ve özellikle “terörsüz Türkiye” tartışmalarına gark olmuş bulunan Ankara’nın, bölge genelinde ve Suriye özelinde umduğu derecede bir rol oynaması, iç politikada kendisini geçmiş tarihin boşa çıkardığı hayalî tasarımlardan soyutlama yeteneğini sergilemesine ve dış politikada ideolojik değil, ulusal çıkarları esas alan bir yol izlemesine bağlı kalacaktır.
İlginizi Çekebilir