Yazının şeytanı
EDEBİYATRüzgâr yeniden çıktı. Tünel aydınlanmaya başladı. “Karanlık, biraz daha karanlık,” diye seslendim. Konuşabiliyordum. Dilim evine geri dönmüştü.
“Mutluluğu tıpkı senin gibi, hep az sevdim. Acının o enfes lezzetini yitirmekten, korktum. Gözlerimi kaybetmek gibiydi. Acı bizim dünyaya baktığımız pencereydi. Orada hep aynı dili konuşurduk seninle. Acı olmadan göremezdim. Yazamazdım.”
Yapayalnızım. Annem de benim gibi…
Babam öldükten sonra taşındık buraya.
Evde en çok babam konuşurdu. Ondan sonra her yer ıssızlaştı. Annem konuşmayı unuttu benimle. Ben de dilimi yuttum.
Bir odam oldu, manolya ağacının hemen yanında. Çok sıkıldığımda gittim; gövdesine sarıldım. Babam yerine, annem yerine. Onunla hep içimden
konuştum... Günler boyu uyumadan.
Sonra bir gün yavru bir karga girdi odama. Rüzgârla peşinden birkaç sayfa
uçtu. “… kocaman bir odada, kaybolmuş, küçücük, savunmasız, yapayalnız
kalmış hissediyorum kendimi, hüzün çöküyor içime, alabildiğine derin
hüzün (…) Ne olurdu Tanrı bir kerecik çıkıp gelse, beni evine götürse, sıcaklık,
sevgi verse.”
İşte seni böyle tanıdım, Fernando Pessoa! Tek arkadaşım sendin, sana hayran
oldum.
Sana yaslandım, kendimi öylece bıraktım senin koynuna. Tuttun beni, yürümeye
yeni başlayan çocuğun annesi gibi. Sıkıca. “Yaz!” dedin “Yaz bir yere koy, üzerini
ört.” Çünkü sen şöhreti sevmezdin
…
Günler sonra karga geri geldi. Bu kez biraz daha büyümüş, kanatları uzamıştı. Doğruca yatağımın üzerine kondu. Kanadının altında bir defter, bir kalem vardı. Ürkekçe baktı yüzüme, çeyizini bıraktı. Sonra usulca parmağıma kondu. Isırdı, uçtu ve gitti. Hiçbir şey hissetmedim. Sandığa koydum hepsini.
Bir gece yatağımdan kalktım. Üşüyordum. Yatağın altından sandığı çıkardım. Biliyorum yazmak beni kurtaracaktı. Kapsını açtım. Defterimi ve kalemimi alıp masaya geçtim.
Uzun zaman oldu sana yazmayalı. Seninle konuşmayalı, sana sığınmayalı! Sen
Pessoa’sın. Kelimelerin terzisi, cümlelerin kasabı, yazının şeytanı! Sen edebiyatın
memleketisin ben ise sende sürgün, kabuksuz bir ruh!
Yazdım, yazdım, belki de günlerce yazdım. Karlar erimiş, manolya ağacı çiçek açmıştı. Ben odamdan dışarıya çıkmadan kaç mevsim geçti, saymadım.
Yazdım, örttüm üzerini. Sandığa kaldırdım.
Bir gün annem, konuşmayı yeniden hatırladı; yanıma geldi. Saçlarımı okşadı, yanağımdan bile öptü beni. Kocaman sarıldım ona. Sonra gitti.
Akşam çöktü. Eve birçok misafir geldi. Annemin kahkahası, komşunun terliğini sürüyen sesi, Kâmil abinin Piposunun kokusu… Geldi, hepsi yapıştı yatağıma.
Seni düşündüm. Piponu nasıl sevdiğini biliyordum, belki de
yatağıma gelen sendin. Derin bir nefes aldım. Tam karşımdaydın. Seni de
yuttum.
Sustun.
Birlikte sustuk.
Sen susarken bile yazdın, içini içime! Bir tünele sürüklendik birlikte.
“Mutluluğu tıpkı senin gibi, hep az sevdim. Acının o enfes lezzetini
yitirmekten, korktum. Gözlerimi kaybetmek gibiydi. Acı bizim dünyaya
baktığımız pencereydi. Orada hep aynı dili konuşurduk seninle. Acı olmadan
göremezdim. Yazamazdım.”
Bunları içimden sen fısıldadın bana!
Az sonra bir sis bulutu sardı tüneli. Bir el beni köşeye doğru hızla savurdu. Karnımı ellerimle sıkıca tuttum. *Adım Şövalyesini yolladın.
Gözlerimi açtım Etrafımda birçok arkadaşım vardı. Hepsi senden miras, hepsi senden yadigâr!
Artık sen gibiydim.
Etrafıma baktım. Aynı tüneldeydim…
Yanımda simsiyah bir Taşet!
Bu adı ona ben koydum. Senin gibi arkadaşlar yarattım kendime. Yerdeki taşlardan farklıydı. Çıkan rüzgârda diğerleri
havada çılgınca dans ederken o benimle bir durdu. Terk etmedi. Sen mi tembihledin acaba?
Bir müddet sonra Rüzgâr kendiliğinden durdu. Karnımı elledim, sıcacıktı. Sen hala içimde olmalıydın.
O esnada Taşet yanımdan kaçar gibi fırladı. Taşlar havada uçuşuyordu. Onların muhteşem dansını seyrediyor, bir yandan da Taşet’i arıyordum. Ya giderse, ya kaybedersem! Taşlar birden yere yığıldı. Çabuk çabuk bir şeyler yazdılar.
Taşet muhafız gibi başında bekliyordu. “Oku,” dedi.
Sabahın içindeki karanlığı görebilir misin? Aydınlık daha hoyrattır ondan.
Derinde kal, izin geceye karışsın, sen karanlıkta büyüyeceksin. Korkma!
Korkmuyorum diye bağırdım, sesim Kaplan gibi kükredi. Bir kere daha, bir kere
daha… Sadece kükreyebiliyordum. Gözlerim okuyor, dilim söyleyemiyordu.
Öfkelendim. Kendimi ısırmaya başladım. Birkaç diş ısırıktan sonra, hissetmeye
başladım. Gerçekti, hissediyordum. Kahkahalar içinde buldum kendimi.
Duyuyorum.
Duyuyorum.
Sonunda senin de dediğin gibi: “Acı bizi büyütür”
Sesim yankılandı.
Adım Şövalyesi koşarak yanıma geldi.
“Beni mi çağırdın?”
“Acıyor. Babamdan sonra ilk kez başka bir acıyı hissettim. Artık geçmişi yazabilirim.”
Tane tane konuştu: “Biliyorsun ki efendim Pessoa’nın da dediği gibi; acılar
benlerimize iyi gelen yegâne şeydir! Yaz ve ört üstünü.”
Kayboldu. Artık göremiyordum.
Karanlık çöktü yeniden. Bu kez, Taşet geldi yanıma; “Ben acılarımı daima
sevdim. Beni en çok insanlar yordu. Onların yüzleri.”
O da söyledi, gitti. Belki de diğerlerinin yanına...
Rüzgâr yeniden çıktı. Tünel aydınlanmaya başladı. “Karanlık, biraz daha karanlık,” diye seslendim. Konuşabiliyordum. Dilim evine geri dönmüştü.
Ellerimi karnıma götürdüm. Soğumuştu.
Uyandım.
Pipo kokusunu yeniden duydum. Annemin kahkahasını da…
Yatağımdaydım ve yalnız değildim.
İçimden sesler geliyordu, şöyle diyordun: “Kendimi çoğul hissediyorum. Tek
tek hiçbirinde bulunmayan ama hepsinde bulunan!”
--
*Adım Şövalyesi- Pessoa’nın altı yaşındaki ilk hayali kahramanıdır.
*Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor
*Presença dergisinin yönetmeni Adolfo Casais Manterio’ya yazdığı 13 Ocak
1935 tarihli mektubunda heteronimlerinin hayatına nasıl girdiğini detaylıca
anlatır.
*Huzursuzluğun Kitabı Fernando Pessoa
İlginizi Çekebilir