© Yeni Arayış

“Terörsüz Yeni Türkiye Yüzyılı” söylemi Denizci bir Genelkurmay Başkanı’na kapı aralar mı?

Önümüzdeki YAŞ’ta verilecek karar Türkiye’nin güvenlik bürokrasisinde hangi dengelerin, hangi öncelikler temelinde yeniden kurulmakta olduğunu anlamamıza da yarayacaktır.

Kara Kuvvetleri merkezli yapının tarihsel sürekliliği ve kurumsal alışkanlıklarının karşısında savunma sanayiindeki teknolojik dönüşümün, siyasal merkezin değişen ihtiyaçlarının ve bu bağlamda şekillenen yeni ilişkiler ağının bu sürekliliği kesintiye uğratabilecek kadar güçlü olup olmadığını ağustos ayında göreceğiz.

2022 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevine atanan Oramiral Ercüment Tatlıoğlu’nun görev süresi geçtiğimiz yıl dolmuş, ancak bir yıllığına uzatılmıştı. 1960 doğumlu Tatlıoğlu, normal koşullarda bu yıl yaş haddi nedeniyle emekliye ayrılıyor.

Görev süresinin bitimi, yaş haddi ve YAŞ hazırlıkları yaklaşırken, kulislerde Tatlıoğlu’nun emekliliğine ilişkin bazı olasılıkların konuşulmaya başlandığı anlaşılıyor.

Bu olasılıklardan biri Ercüment Tatlıoğlu’nun Orgeneral Metin Gürak’ın yerine Genelkurmay Başkanı yapılması. Bu olasılık gerçekleşirse yaş haddi, yasa gereği, en az iki yıl süreyle uzuyor.

Kulislerde konuşulan bir diğer senaryo, Tatlıoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığına değil, yaş haddinden emekliye ayrıldıktan sonra Yaşar Güler’in yerine Milli Savunma Bakanlığına getirilmesi yönünde.

Cumhuriyet dönemi boyunca Genelkurmay Başkanları hep karacılardan oldu; bunun istisnası bulunmuyor. Yanı sıra, Milli Savunma Bakanlarından asker kökenli olanların tamamı da karacıydı. Yasal bir engel olmamasına rağmen Genelkurmay Başkanı ve Bakan olarak denizci ve havacıların bugüne kadar hiç temsil edilmemiş olması Silahlı Kuvvetlerin gelenekleri, örgütsel kültürü, yerleşik terfi sistemi, asker-sivil ilişkileri, askerî ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçlardan türeyen bir dizi psikolojik faktörle ilgili. Bu faktörlerin her biri, elbette, sorgulanabilir ve tartışılabilir nitelikte.

Benim görebildiğim kadarıyla Genelkurmay’daki karacı egemenliğinin temel nedenlerinden biri personel sayısının açık ara çokluğuyla ilgili. TSK personelinin toplam mevcudunun yaklaşık dörtte üçü Kara Kuvvetleri bünyesinde bulunuyor. Deniz ve Hava birliklerinin görece belli başlı yerlerde/merkezlerde toplanmış olmasına karşın Kara kuvvetlerine bağlı birliklerin neredeyse her ilçede, hatta bazı yerlerde her köyde bulunmasıyla tanımlayabileceğimiz bir mekânsal dağınıklık ve daha önemlisi yaygınlığın (bu dağınıklık ve yaygınlığın muhtemel “iç tehditlere” karşı işlevinin) da bunda payı var diye düşünüyorum.

Burada gözlerden kaçmaması gereken bir diğer faktör ise TSK’nın bazen “teröristle mücadele” bazen de “iç güvenlik” harekâtı olarak isimlendirdiği faaliyetler oldu. TSK’nın yaklaşık son 40 yılına damgasını vuran ve onun konseptlerinde, taktiklerinde ve teknolojisinde değişimlere yol açan, PKK’ya karşı yürütülen bu harekât, ağırlıklı olarak Kara Kuvvetleri ve Jandarma birlikleri tarafından yürütüldü. Harekatın yürütüldüğü kimi bölgelerde Jandarma, Kara Kuvvetlerini; bazı yerlerde de Kara Kuvvetleri, Jandarma unsurlarını emrine/bünyesine alarak bu ikisi yer yer iç içe geçmiş şekillerde görev yaptılar. Saha hâkimiyetini sağlama ve sürekli kara varlığı gerektiren bu harekâtın asli yükünü, doğası gereği Kara Kuvvetleri ile Jandarma (ve bağlıları havacılık birimleri) üstlenirken, Hava Kuvvetleri ise operasyonlara sınırlı süreli, mesafeli ve destekleyici nitelikte katkı sundu. Yine doğası gereği Deniz Kuvvetlerinin desteği de karada faaliyet gösteren tek muharip birliği olan deniz piyadelerin yerel/küçük/sembolik düzeylerde görevlendirilmeleri şeklinde oldu. İşte uzun yıllara yayılmış, emir-komuta biçimlerinde, konseptte, teknolojide, tayin ve askere alma sistemi başta olmak üzere personel politikalarında ciddi dönüşümlere yol açan bu harekatların esas yürütücülerinin Kara ve Jandarma olması, stratejik seviyede (yani Genelkurmay’da) planlama ve komuta etmenin sahiplerinin de karacılar olması gerektiği kanaatini pekiştirdi. ((Jandarma’nın 2016’da İçişleri Bakanlığı’nın altına alınmasından önce de Kara Kuvvetleri tarafından adeta “içerimlenmiş” olması, Jandarma Genel Komutanlarının Jandarma’nın kendi içinden değil Kara Kuvvetlerinden çıkması ve Jandarma’nın Genelkurmay nezdindeki pozisyonu ayrıca bir tartışma konusudur).

Önümüzdeki YAŞ’ta verilecek karar Türkiye’nin güvenlik bürokrasisinde hangi dengelerin, hangi öncelikler temelinde yeniden kurulmakta olduğunu anlamamıza da yarayacaktır.

Şimdi ise, PKK’nın fesih açıklaması ile siyasi iktidarın “Yeni Türkiye yüzyılı” ve “Terörsüz Türkiye” söylemlerinin ve buna bağlı olarak TSK’nın bu bölgelerde icra edeceği faaliyetlerin bundan sonraki mahiyeti ve yoğunluğu, tüm bu parametrelerin yeniden ele alınmasına yol açacaktır.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım gerekçeyle birlikte, aşağıda ele alacağım iki ilave etkenin de katkısıyla, içinde bulunduğumuz siyasal momentin deniz veya hava kuvvetlerinden bir askerin Genelkurmay Başkanlığına atanmasına yeşil ışık yakabileceği düşüncesindeyim. (Bu yeşil ışığı sarıya dönüştürecek bir etken ise Türkiye’nin Suriye’deki kara yoğunluklu askerî varlığının önümüzdeki dönemde üstleneceği roller olabilir).

Bunlardan biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’la özdeşleşen ve kamuoyunda yankı uyandıran savunma sanayii atılımı. Teknofest gibi organizasyonlarla simgeleşen bu hamle, Türkiye’nin yerli ve millî askerî teknoloji üretme kapasitesine ilişkin güçlü bir siyasi ve toplumsal anlatı inşa etti. Baykar tarafından geliştirilen insansız hava araçlarının (Bayraktar TB2, Akıncı, Kızılelma vb.) kara, deniz ve hava unsurlarının koordinasyonunu mümkün kılan çok katmanlı bir harp doktrininin altyapısını oluşturduğu yönünde yaygın bir kanaat var. Bu sistemlerin tam anlamıyla ne ölçüde “yerli ve millî” olduğu ayrı bir teknik tartışma konusu olmakla birlikte, bu teknolojilerin savunma kapasitesi üzerindeki etkisi inkâr edilemez düzeyde. Söz konusu İHA/SİHA’ların yalnızca iç güvenlik operasyonlarında değil; Suriye, Libya, Karabağ ve Ukrayna gibi farklı coğrafyalarda da kullanılması, bu sistemleri sadece askeri değil, aynı zamanda diplomatik ve jeopolitik birer araç hâline getirdi. Bu bağlamda Selçuk Bayraktar’ın taşıdığı sembolik ve siyasi anlam, yalnızca teknik bir ilerlemeyi değil, aynı zamanda yeni bir güvenlik ve savunma anlayışını da temsil ediyor. Bu dönüşüm, klasik kara merkezli komuta yapısının sorgulanmasına yol açarak deniz veya hava kökenli bir generalin Genelkurmay Başkanlığı’na getirilmesine kapı aralayabilir.

Önemli olduğunu düşündüğüm bir üçüncü faktör ise, ikinci faktörün bir türevi biçiminde tezahür ediyor: Bayraktar’ın bu silah sistemleri aracılığıyla komutanlar ve komutanlıklarla kurduğu — ve bu aktörlerin de Bayraktar’la sınırlı kalmamak üzere, onun üzerinden Türkiye’nin yeni siyasal sistemiyle tesis etmeye çalıştıkları — kişisel ilişkileri de dikkate almak gerekir. Bu ilişkiler ağının genel yönelimi, siyasal merkeze uyumlanma eğilimi gösterirken; bu yapı içindeki rekabet dinamiği ise, en fazla kimin bu uyumu sağlayabildiği üzerinden şekilleniyor. Ercüment Tatlıoğlu’nun “Karadeniz’de NATO’yu istemiyoruz” biçimindeki açıklamalarını da, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Ercüment Tatlıoğlu’nun teğmenlerin ihracı konusunda Kara Kuvvetleri Yüksek Disiplin Kurulu üyesi generallere baskı yaptığı iddiasını da bu uyumlanma kapasitesinin dışavurum çabası olarak düşünmek mümkün. Özgür Özel aynı konuşmada Tatlıoğlu’nun “birilerinin yerine geçmek istediğini” de söylüyordu. Açıklayıcı olduğu için aynen alıntılıyorum:

“Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye ant için beş teğmeni ihraç ettiler. Orada Disiplin Kurulu’nun Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı’ydı; Korgeneral Tevfik Algan. Bu ihraca şerh koydu, itiraz etti. Ardından Algan’ın bu tutumundan rahatsız olanlar Algan’ı sürgüne yollamak istediler. Algan onlara gerekli cevabı, istifa dilekçesini basarak verdi. Ben buradan sadece şunu söylüyorum. Algan’a kimin baskı yaptığını, o süreçte teğmenlerin ihracı için kimin çırpındığını, bu sürecin medyada köpürtülmesi için kimin uğraştığını biliyorum. Kara Kuvvetleri Komutanı Selçuk Bayraktaroğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Ercüment Tatlıoğlu, ne yaptığınızı biliyorum. Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın kimin yerine geçmek istediğini, kimin kuyusunu kazdığını ve gayri nizami harp denebilecek bir psikolojik savaşla teğmenlerin ihracını nasıl kışkırttığını, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın nasıl mobbing uyguladığını biliyorum. Silah arkadaşlarından duyuyorum. Günü gelince hesabını sormak üzere bir tarafa not ediyorum.”

Sonuç olarak şunları söylemek mümkün:

Oramiral Ercüment Tatlıoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı ihtimali, yalnızca bir atama senaryosu değil, aynı zamanda TSK’nın kurumsal kültürü, örgütsel dengeleri ve sivil-asker ilişkileri açısından çok katmanlı bir dönüşümün eşiğine işaret ediyor olabilir. Adının kulislerde hem Genelkurmay Başkanlığı hem de Milli Savunma Bakanlığı için zikredilmesi, söz konusu makamların atama süreçlerinde belirleyici olan yeni kriterlerin — ya da en azından yeni ağırlık merkezlerinin — varlığının bir işareti olarak okunabilir.

Özellikle son kırk yılda karacıların kurumsal üstünlüğünü pekiştiren tarihsel, mekânsal ve operasyonel gerekçeler halen geçerliliklerini kısmen korumakla birlikte, İHA/SİHA teknolojileri ve bunların gemilerle intikal ettirilebilir hale getirilmesi etrafında oluşan yeni konseptler ve bunlara dair yeni toplumsal algı (sınırlı bir emperyal heves), kuvvetler arası sembolik hiyerarşiyi yeniden kurma potansiyeli taşıyor. Bu potansiyelin siyasal düzlemdeki yansıması, yalnızca teknolojik bir dönüşüm değil, aynı zamanda siyasal iktidar yapısıyla kurulan yeni türden bir asker-sivil ilişkisidir.

Kara Kuvvetleri merkezli yapının tarihsel sürekliliği ve kurumsal alışkanlıklarının karşısında savunma sanayiindeki teknolojik dönüşümün, siyasal merkezin değişen ihtiyaçlarının ve bu bağlamda şekillenen yeni ilişkiler ağının bu sürekliliği kesintiye uğratabilecek kadar güçlü olup olmadığını ağustos ayında göreceğiz.

Öte yandan Bayraktar ismi etrafında sembolleşen ve belirginleşen bu yeni ilişki biçimi, komutanlar ve komutanlıklar için sadece bir fırsat alanı değil, aynı zamanda bir rekabet zemini oluşturuyor. Tatlıoğlu’nun pozisyonu da, bu çok katmanlı denklem içinde yalnızca bir adaylık meselesi değil, aynı zamanda bu dönüşümün sınırlarını test edecek bir vaka niteliği taşıyor. Kimi açıklamaları ve hakkında öne sürülen kimi iddialar dikkate alındığında, Tatlıoğlu’nun yalnızca meslekî liyakatle değil, aynı zamanda bu yeni siyasal-toplumsal dokunun gerektirdiği “uyumlanma kapasitesiyle” de değerlendirileceği ve diğer olası rakiplerinin de bu değerlendirmenin içine alınacağı açık. (2016 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi’nde hazırladığı “AB savunma politikaları kapsamında askeri operasyonlar ve Türkiye: Atalanta örneği” başlıklı doktora tezinde AB’nin küresel askeri faaliyetlerini ve Türkiye’nin bunlara katılımını olumlayan yaklaşımının da, 2024’teki NATO karşıtı söylemlerinin de konjonktürel olduğunu düşünmek mümkün). Bu bağlamda, önümüzdeki YAŞ’ta verilecek karar Türkiye’nin güvenlik bürokrasisinde hangi dengelerin, hangi öncelikler temelinde yeniden kurulmakta olduğunu anlamamıza da yarayacaktır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER