Suriye 2. Çözüm süreci’nin sonunu mu getirecek?
SİYASETTürkiye’nin şu aralar yaptığı üzere SDG-YPG’yi Şam’la anlaşmaya zorlayan tutumu kendisini açısından makul ve rasyonel. Ancak Suriye PKK’sının işbirliğine yanaşmaması durumunda yapılması ihtimal dahilinde olan askeri müdahale seçeneğinin bazı riskleri var.
İlk çözüm sürecinin neden ve nasıl başarısızlıkla sonuçlandığı üzerine çok fazla spekülasyon yapıldı. Bir teze göre sorunun doğru yanıtı iç siyasette aranmalıydı. HDP’yi Türkiye partisi haline getiren Demirtaş ve ekibi Erdoğan karşıtlığından vazgeçmedi. “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganı siyasi iktidarın yasal Kürt hareketine olan güvensizliğini arttırdı. Bu bunalım Dolmabahçe Mutabakatını tarihin çöplüğüne iten karşılıklı restleşme sürecini tetikledi. Pek çok yorumcu ise meseleyi başkanlık tartışmasına indirgeyen bu analiz çerçevesinin fazlasıyla yüzeysel olduğu konusunda ısrarcıydı.
PKK’nin terör eylemlerine dönmesi ve silahsızlanma yönünde gerekli adımları atmaması önemli ölçüde Suriye jeopolitiğiyle ilgiliydi. Suriye’deki iç savaş PKK’ya alan açtı. Ülkenin kuzey ve kuzey doğusu PKK tarafından ele geçirildi. Bu yeni durum terör örgütünün el yükseltmesine ve hendek savaşı yoluyla Türkiye’nin güney doğusunda bir kent ayaklanması başlatmasıyla sonuçlandı. PKK ağır bir yenilgi aldı. PKK’nın terör siyasetine karşı çıkmayan HDP ise ciddi bir itibar ve zemin kaybına uğradı. Bu bağlamda birinci çözüm sürecini sona erdiren asıl unsur Suriye’ydi. İkinci çözüm süreci devam ederken tekrar ve yoğun biçimde Suriye’yi konuşuyoruz. Gelişmeler ise Türkiye’nin arkasında durduğu genel strateji bakımından hiç de olumlu değil.
Çözüm süreci bağlamında Suriye jeopolitiğini değerlendirdiğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Suriye PKK’sı 10 Mart’ta Şam rejimiyle yaptığı anlaşmanın gereklerini yerine getirmiyor. Çünkü 27 Nisan Kamışlı kongresiyle başka bir konjonktür oluştu. SDG-PYD güçleri silah bırakmak istemiyor. Elindeki askeri gücünün rejimle birleşmesi ancak kurulması muhtemel ordu içinde bir kompartıman şeklinde olabilir. Bu bağlamda Suriye PKK’sının istediği şey aslında ordu içinde ordu ve (veya) orduya ek bir ordu seçeneği. Kuzey Irak’taki peşmerge düzeni idealize edilen yapının tarihsel bir örneği.
İkinci önemli mesele adem-i merkeziyetçilik. SDG sadece Kürtler için değil, Suriye’deki tüm halklar için federal yapıyı doğru bulmakta. Bu iki önerinin ikisi de Ankara ve Şam’ın tepkisini çekiyor. Çünkü Suriye PKK’sının silah bırakmaması aslında PKK’nın silah bırakmaması anlamına gelmekte. Ayrıca Suriye’nin adem-i merkeziyetçi bir yapıyla yoluna devam etmesi diğer Ortadoğu örneklerinde bir benzeri görüldüğü üzere ülkenin iç savaşın kıyısında bir siyasi istikrarsızlığa mahkum olması anlamına gelmekte.
Bu tablo karşısında Türkiye askeri seçeneği güçlü bir şekilde vurgulamaya başladı. Erdoğan ve Bahçeli meselenin sulh yoluyla halledilmesinin sınırına ulaşıldığı mesajını daha sık bir şekilde veriyor. Süreç bu yöne doğru ilerlerse Türkiye, çözüm süreci ve Suriye’deki rejimin geleceği bakımından hangi riskler doğabilir sorusuna ise açık yüreklilikle yanıt vermek gerek. Öncelikle DEM’in savunduğu üzere Türkiye’nin Suriye PKK’sının tasfiyesi meselesiyle hiç ilgilenmeyip sadece ülkedeki ve Kuzey Irak’taki PKK varlığına odaklanması seçeneği gerçekçi değil. Çünkü PKK’lı teröristler Kuzey Irak’tan Suriye’ye geçiyor. Dahası Suriye PKK’sının Suriyeli Kürtler için istediği özerkliğe ses çıkarılmadığı zaman, bir sonraki kertede Türkiye’deki Kürtlerin aynı yöndeki taleplerine karşı siyaset üretmek zor hale gelecek. Bu nedenle “Suriye meselesi çözülmeden de çözüm süreci devam edebilir” argümanı gerçekçi değil.
Türkiye’nin şu aralar yaptığı üzere SDG-YPG’yi Şam’la anlaşmaya zorlayan tutumu kendisini açısından makul ve rasyonel. Ancak Suriye PKK’sının işbirliğine yanaşmaması durumunda yapılması ihtimal dahilinde olan askeri müdahale seçeneğinin bazı riskleri var. Öncelikle Suriye PKK’sına açık bir İsrail ve ABD desteği söz konusu. Türkiye’nin doğrudan veya Suriye Milli Ordusu ve HTŞ gibi vekalet güçleri aracılığıyla SDG’yi askeri açıdan zorladığında bu iki ülkenin ne yapacağını kestirmek çok zor. Özellikle Şam’ın İsrail tehdidi karşısında çok savunmasız olduğu gözlerden kaçmamalı. İsrail koruması altındaki SDG’ye yönelik bir Şam saldırısı İsrail’in Şam rejimini yıkmak için harekete geçmesine yol açabilir. İsrail’in Dürzileri korumak için ne yapabildiğini gördük. Genel Kurmay Başkanlığı vuruldu. Suriye Kürtlerine yönelik bir askeri hareket Şam’ın düşmesine ve Suriye’de yeni bir iç savaş dalgasına yol açabilir. Bu arada Türkiye ile İsrail’in karşı karşıya geldiği bir konjonktürde ABD başta olmak üzere NATO ittifak düzeninin açık bir çatışmaya izin vermeyeceği öngörülebilir. Ama yine de ABD, Türkiye karşısında İsrail’in tezlerini savunacak ve Suriye’nin kalıcı bir şekilde bölünmesi ABD-İsrail projesi olarak karşımıza çıkacaktır.
Son olarak içeride neler olup bittiğine dair bir hatırlatma yapmak da fayda var. Çözüm sürecinin üzerindeki kara bulutlar sadece Suriye meselesinden ibaret değil. Mesela Öcalan’ın 27 Nisan Kamışlı kongresinden sonra ortaya çıkan yeni sürece müdahale etmemesi manidar. Bu bağlamda aslında Öcalan’ın da SDG gibi düşündüğü, PKK’nın silah bırakma süreciyle Suriye’deki durumu birbirinden ayırmaya çalıştığı söylenebilir.
Silah bırakmayla ilgili yeni ve daha geniş kapsamlı adımlar gelmemesi de tartışmaları derinleştiriyor. Yasal ve yasa dışı Kürt hareketlerinin bir infaz düzenlemesi beklediği sır değil. Ancak siyasi iktidar kitlesel silah bırakma olmadan, PKK’lılara af anlamına gelecek infaz düzenlemesine sıcak bakmıyor. İlk adımı kimin atacağı hususundaki anlaşmazlık güven krizini daha da derinleştirerek çözüm sürecini bir “bekle gör” mantığına mahkum etti.
İlginizi Çekebilir