Son kaleyi savunmak: CHP’yi savunmak demokrasiyi savunmaktır
SİYASETCHP, onlarca yıldır en ufak bir varlık dahi gösteremediği il ve ilçelerde yoğun bir ilgiyle karşılanır hale geldi. “Ölse CHP’ye oy vermez” denilen kitleler, CHP mitinglerinde heyecanla Özgür Özel’i ve Ekrem İmamoğlu’nu bekler oldu.
CHP, geldiğimiz politik konjonktür itibariyle rejim değişikliğine karşı muhalefetin direnebileceği ve alternatif bir hikaye inşa edebileceği son kale durumunda. Toplumsal muhalefeti örgütleyebilen, toplumun yan yana gelmesi zor olan pek çok kesimini bir araya toplayabilen ve bunu siyasi bir güce dönüştürebilen yegane güç, İmamoğlu ve Özel ikilisinin taşıdığı yeni CHP vizyonu.
Çok partili siyasi hayata geçildikten sonra, Türkiye’de demokrasinin sınırlarının zorlandığı ve ülkenin otoriterleşme yoluna girdiği dönemler sıkça yaşanmıştır. Demokrat Parti’nin 1954 genel seçiminden sonra girdiği otoriterleşme sürecinden 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine, 12 Mart Muhtırası’ndan 12 Eylül darbesine, 28 Şubat sürecinden 27 Nisan e-muhtırasına kadar demokrasimizin sınandığı çeşitli dönemlerden geçilmiştir. Öte yandan başkanlık rejimine geçildiği Nisan 2017’den beri yaşanan ve günden güne derinleşerek süren anti demokratikleşme süreci, Türk siyasi tarihinde başka bir örneği bulunmayan, biricik bir süreç olarak karşımızda durmaya ve yaşanmaya devam ediyor.
Bugünün Zorluğu: Dibi olmayan kuyuya inmek
Türkiye, başkanlık rejimine geçtiği 2017 yılından bugüne dek tamamen Beştepe merkezli bir siyasetle ve tek adam eliyle yönetiliyor. Ülkede siyasetten ekonomiye, eğitimden sağlığa, akla gelebilecek tüm kararlar Beştepe merkezli olarak alınıyor. Yargı, bürokrasi, silahlı kuvvetler, üniversiteler ve sıralayabileceğimiz tüm resmi organlar Beştepe ile uyumlu çalışma esasına göre hareket edebiliyor. 85 milyonu asan nüfusa ve 102 yılı bulan geçmişe sahip Türkiye Cumhuriyeti, Beştepe’de ikamet eden bir siyasetçinin ağzından çıkacak talimatlara bakılarak idare ediliyor.
Bu dönemi, Türk siyasi tarihinin demokrasiye dönük en ağır darbesini vurduğu kabul edilen 12 Eylül darbesiyle kıyasladığımızda, ilginç ve düşündürücü detaylara ulaşmak mümkün. Sözgelimi 12 Eylül 1980’den sonra cunta rejiminin sürdüğü 3 yıllık dönemde parlamento ve siyasi partiler kapatılmış, sendikaların ve derneklerin kapılarına kilit vurulmuş, basına ağır bir sansür uygulanmış, üniversiteler büyük bir baskı altına alınmış, Türkiye adeta kocaman bir kışla haline getirilmişti. Mahkemelerin işlevsizleştiği, devleti devlet yapan kurumların ortadan kalktığı bu dönemin bir diğer özelliği, bu karanlık sürecin bir sonunun olduğunun bilinmesiydi. Nitekim devlet başkanı sıfatıyla cuntanın liderliğini yürüten Kenan Evran, özellikle uluslararası basına verdiği demeçlerde “kalıcı olmadıklarını”, yeni bir anayasa hazırlandıktan sonra genel seçimlere gidileceğini ve sivil hayata dönüleceğini vurguluyordu. Yani başka bir ifadeyle her ne kadar 12 Eylül cunta dönemi içeriği itibariyle daha ağır uygulamalara gebe olsa da cuntanın çok uzak olmayan bir tarihte gideceği, yerini sivillere bırakacağı çok açıktı. Bu bağlamıyla 12 Eylül cuntası, AKP iktidarının yürüttüğü başkanlık sistemine kıyasla daha öngörülebilir, ne yapacağı kestirilebilir ve nihayet varlığının ne zaman sona erebileceği tahmin edilebilir bir yapıydı.
Günün sonunda, CHP’nin anketlerde açık ara önde göründüğü, İmamoğlu’nun olası bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde büyük bir oy farkıyla Cumhurbaşkanı seçileceğinin aşikâr olduğu bir ortamda CHP’yi siyasetten silmeye çalışarak rejim değişikliğini mümkün kılmaya çalışan bir iktidar pratiği söz konusu.
Otoriterleşmenin Ötesi
AKP’nin 2017 yılında başkanlık rejimine geçmesiyle birlikte Türkiye'nin yaşadığı süreci doğru tanımlamak, bu süreci anlamlandırmak ve doğru bir pozisyon almak büyük önem taşıyor. Yetkilerin tek elde toplanmasının ötesinde, iktidarın bu süreci geçici bir uygulama değil, kalıcı bir yeni gerçeklik olarak sunması, AKP tipi başkanlık rejimini 12 Eylül ve 27 Mayıs’tan ayıran en temel fark olarak öne çıkıyor. Bu yönüyle yaşadığımız süreç, yalnızca bir otoriterleşme ya da AKP’nin demokratik sınırları zorlaması değil, esasen bütünlüklü bir rejim inşasıdır.
Muhalefetin uzun süre yaşadığı temel açmaz, bu süreci geçmişte Demokrat Parti ya da ANAP dönemlerinde yaşanan otoriterleşme eğilimlerine benzer bir süreç olarak görmesi ve bu çerçevede muhalefet üretmeye çalışmasıydı. Bu nedenle, iktidara karşı etkili, ikna edici ve rejim değişikliğine set çekebilecek bir muhalefet uzun süre ortaya çıkamadı ve CHP’nin kronik muhalif olarak yerinde saydığı bir sürecin ötesine geçilemedi.
Hikayenin kırılma noktası ise, Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı ikinci kez ve daha da güçlenerek kazanması ile Özgür Özel’in CHP Genel Başkanı seçilmesiyle başladı. Bu gelişmeler, muhalefetin hareket kabiliyetini kökten değiştirdi. İmamoğlu ve Özel’in öncülüğünde şekillenen yeni muhalefet çizgisi, AKP’nin sürdürmeye çalıştığı sürecin yalnızca bir otoriterleşme değil, bir rejim değişikliği olduğunu açıkça ve cesurca dile getirmeye başladı. Bu söylem, toplumu sadece AKP iktidarını değil, aynı zamanda AKP’nin kurmaya çalıştığı düzenin kodlarını, temellerini ve olası geleceğini sorgulamaya sevk etti, CHP’yi ise adım adım farklı kesimlerin ortaklaştığı ve giderek güçlenen bir muhalif kanal haline getirdi.
CHP, onlarca yıldır en ufak bir varlık dahi gösteremediği il ve ilçelerde yoğun bir ilgiyle karşılanır hale geldi. “Ölse CHP’ye oy vermez” denilen kitleler, CHP mitinglerinde heyecanla Özgür Özel’i ve Ekrem İmamoğlu’nu bekler oldu. Genel seçim anketlerinde CHP, son 22 yılda ilk kez AKP’nin önüne geçmekle kalmadı; aradaki farkı da ciddi şekilde açtı. Benzer şekilde, cumhurbaşkanlığı seçim anketlerinde de İmamoğlu, Erdoğan karşısında büyük bir farkla öne çıkarak olası bir seçimde net bir zafer kazanabileceğini gösterdi. Tüm bu göstergeler, CHP’nin 1970’lerdeki Ecevit rüzgârının ardından ilk kez toplumsal muhalefetin merkezi haline gelmeye başladığını haber veren, bu yönüyle de AKP’yi telaşa sürükleyen önemli işaretlerdi.
CHP, geldiğimiz politik konjonktür itibariyle rejim değişikliğine karşı muhalefetin direnebileceği ve alternatif bir hikaye inşa edebileceği son kale durumunda.
19 Mart ve Sonrası
Yukarıda sıraladığım ve Mart 2024 sonrasını özetleyen süreç, 19 Mart 2025’te başlayan CHP’yi sindirme ve CHP’lileri siyasetten silme operasyonlarının başlamasına neden oldu. Nitekim İmamoğlu ile Özel’in çizdiği yeni muhalefet pratiği, iktidarın yürüttüğü rejim değişikliği sürecini temelden sekteye uğratacak, toplumsal muhalefeti İmamoğlu’nun ve CHP’nin çevresinde konsolide edecek bir muhalefet hattı yaratmaya başlamıştı. Bu tehlikeyi ortadan kaldırmak isteyen AKP iktidarı, CHP’ye ve CHP’li belediye başkanlarına adeta düşman kuvveti muamelesi yaparak toplu bir tutuklama ve görevden alma furyasına başladı. Nitekim İmamoğlu ile Özel’in kurguladığı yeni muhalefet stratejisinin iktidarın rejim değişikliği pratiğine dönük tehlike olarak gören iktidar, İmamoğlu başta olmak üzere CHP’li belediye başkanlarını itibarsızlaştırarak ve özgürlüklerini ellerinden alarak siyaset sahnesinden silmeye çalışmaya başladı.
Ve nitekim günün sonunda, CHP’nin anketlerde açık ara önde göründüğü, İmamoğlu’nun olası bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde büyük bir oy farkıyla Cumhurbaşkanı seçileceğinin aşikâr olduğu bir ortamda CHP’yi siyasetten silmeye çalışarak rejim değişikliğini mümkün kılmaya çalışan bir iktidar pratiği söz konusu.
Sonuç Yerine: Son kale CHP’dir
CHP, geldiğimiz politik konjonktür itibariyle rejim değişikliğine karşı muhalefetin direnebileceği ve alternatif bir hikaye inşa edebileceği son kale durumunda. Toplumsal muhalefeti örgütleyebilen, toplumun yan yana gelmesi zor olan pek çok kesimini bir araya toplayabilen ve bunu siyasi bir güce dönüştürebilen yegane güç, İmamoğlu ve Özel ikilisinin taşıdığı yeni CHP vizyonu.
Olur da iktidarın CHP üzerindeki sindirme ve yok etme operasyonları başarılı olursa, iktidarın önünde rejimi kökten değiştirmek adına hiçbir ciddi engel kalmayacak. Bu şartlar altında muhalefetin farklı kesimlerine düşen çok net bir tarihsel görev bulunuyor: CHP’ye tıpkı bir CHP’li gibi sahip çıkmak. 2025 Türkiye’sinde CHP’ye sahip çıkmak, demokrasiye ve özgürlüklere sahip çıkmaktır ve tek adam rejiminin iyice kurumsallaşıp kalıcılaşmasına engel olmaktır. Umalım ki bu bilinç CHP dışı muhalefette de bir karşılık bulur.
İlginizi Çekebilir