Sarı öküzler çoğalmadan…
SİYASETKayıtsız koşulsuz halk egemenliğini sağlamak için çok sevdiği askerlik mesleğini bir kenara bırakmıştı. Zira teşbihte hata olmasın, yeni “sarı öküz”lerin önüne geçmenin biricik şartı, göze almaktır en kötüsünü.
İktidarın yönettiği algı sürecini tersine çevirebilmek ve “elimizde kalan tek şeyi, yani sandık iradesine sahip çıkmak” için birlik ve beraberliğe ihtiyaç var böylece özgürlükçü ve demokratik Türkiye’ye giden yolu inşa etmek için amasız, fakatsız omuz omuza olma zamanıdır. Dayanışma çoğaltır çünkü.
Sarı öküzün öyküsünü hepiniz biliyorsunuz elbette ama yeniden hatırlatmak boyun borcudur.
Şöyle o öykü:
Geniş mi geniş bir otlakta öküzler otluyor; otladıkça etleniyor. Uzaktan onları izliyor aslanlar ve ağızlarının suyu akıyor. Derken saldırıya geçiyor aslanlar ama öküzler de onlardan aşağı kalır değil; birlik olup, püskürtüyor aslanların saldırısını.
Aslanlar pes etmek üzere; kendilerine yeni bir macera aramak üzere toparlanırlarken, içlerinden en çelimsizi, topal ve en kurnazı aslan durdurmuş onları.
“Bir dakika” demiş; “hiçbir yere gitmiyoruz”.
“Ne yapacağız?” diye merakla sormuşlar.
“Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi."
Sonra da eline bir beyaz bayrak alarak, öküzlerin yanına gitmiş.
YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ
“Biz” demiş, “size saldırdık doğru ama bilin ki size çok büyük saygı duyuyoruz. Sizin dayanışma geleneğinizi de takdir ediyoruz. Biz de sizinle normalleşmek istiyoruz. Gelin görün ki içinizden biri, şu sarı öküz, bizi tahrik ediyor. Verin onu bize, siz de kurtulun biz de.”
Öküzler toplanmış; güya güvenli bir gelecek için sarı öküzü feda etmekte bir beis görmemişler.
Sadece benekli olan itiraz etmiş; “o iş öyle değil” demiş, “eğer ‘ya hep beraber ya hiçbirimiz’ demez ise birer birer teslim alacaklar bizi”.
Bütün öküzler, bugünkü konforları bozulmasın diye sarı öküzü vermişler.
Veriş o veriş!
Sonrası gelmiş; “uzun kuyruklu öküz, bize yan baktı”, “boz öküz, bize bakarak, boynuzunu salladı” diye diye öküzleri çaresiz bırakmışlar.
Sıra yaşlı öküzlere gelmiş.
İçlerinden biri, "ne oldu bize, ne oldu da bu hale düştük. Oysa ne kadarda güçlüydük” demiş.
İşte o zaman söz almış benekli öküz; "biz" demiş, “sarı öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı."
Kıssadan hisse işte!
Yaşanan güncel gelişmelerin de bir başlangıcı, teşbihte hata olmasın, bir “sarı öküzü” var.
Kimdir o?
Bir sabah uyandık ki Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer gözaltına alınmış.
Gerekçesi komikti ama tutuklandı. Toplumun sinir uçlarıyla temas eden bir konuyla ilişkilendirildiğinden olsa gerek, tepkiler cılızdı.
İTİRAFÇILIĞI KURUMSALLAŞTIRAN BİR SÜREÇ
Muhtemelen ölçmek istiyorlardı; “yüzde 38” ve diğerleri ne tepki vereceklerdi.
Tepkiler cılız kaldı; cılızlaştırmak için elinden geleni yapan iktidar Ahmet Türk gibi birisinin yerine dahi kayyım atayarak, kimlerin tepki vereceğinin de sınırını çizmiş oldu.
Artık eli daha rahattı. Bu rahatlıkla İstanbul’a uzanıldı; İmamoğlu’nu aldılar. Hemen herkes, yaklaşa tehlikeye karşı yekvücut olmak yerine, “kazanma olasılığı yüksek Cumhurbaşkanı adayını engellemek” olarak yorumlamakla yetindi.
Sonrası da vardı ama Adana, Antalya ve Adıyaman’a ulaşması da gösteriyor ki artık bu operasyonlar, bambaşka bir hal almış görünüyor.
Duyunca siz de, “yok artık” dediniz mi?
O an, içimden, “cılkı çıktı” demek geçti.
Büyük Türkçe Sözlük, “bozularak kokmuş, cıvıklaşmış, irinlenmiş” olarak tanımlıyor “cılk” sözcüğünü.
İnsanlar için de kullanıldığını biliyoruz; “sözünün eri olmayan” kişileri anlatıyor.
Cılkı çıkmak ise “Bozulma hali, doğru ve uygun yolundan ayrılmak” anlamına geliyor.
Tsunamiye dönüşen bu gözaltı süreçleri, abartmak gibi olmasın, işgal günlerindeki toplumsal ruh haliyle örtüşüyor.
Ne yapacağını bilemez hale gelmiş bu toplum…
Yolsuzluk varsa açıklanmasını bekliyorsunuz ama ortada kanıt bulunmuyor; 12 Eylül günlerindeki gibi bol bol “itirafçı” servis ediliyor.
İşgal günleri nasıldı; kısaca hatırlatalım.
Mondros Mütarekesi imza altına alınmış, bu mütarekenin sonucunda da Çanakkale’de geri püskürtülen emperyalist güçler, elini kolunu sallayarak, İstanbul’a girmiş; işbirlikçiler sayesinde işgali gerçekleştirmişlerdi.
Osmanlı bir devlet olmaktan çıktığı; coğrafi olarak Anadolu’nun da, pek çok emperyalist ülke arasında pay edildiği o yıllarda, asıl amaçları, İstanbul’dan uzaklaştırma olan, resmiyette ise yerel direniş örgütlerinin kontrol altında tutulması gerekçesiyle Mustafa Kemal, 9. Ordu Müfettişliğine atanmıştı.
Ruh hali bozuk, moral ve motivasyon yerlerdeyken, yola çıkan Mustafa Kemal, Samsun’a varır varmaz, henüz feshedilmemiş ordu komutanlarıyla temas kurmuş; yerel direniş örgütlerini hem cesaretlendirmiş hem de tek çatı altında birleşmeleri konusunda ikna çalışmalarına başlamıştı.
O an fark edildi k Anadolu’ya gönderilmesi, İstanbul’da kalmasından daha tehlikeli sonuçlar üretebilirmiş Mustafa Kemal’in; geri çağırmışlardı.
Kayıtsız koşulsuz halk egemenliğini sağlamak için çok sevdiği askerlik mesleğini bir kenara bırakmıştı. Zira teşbihte hata olmasın, yeni “sarı öküz”lerin önüne geçmenin biricik şartı, göze almaktır en kötüsünü.
ZAFER, GÖZ YUMMADAN KOŞAN GİDER
Çağrıya kulak asmamış; Amasya’ya geçmiş ve orada “Anadolu ihtilalinin bildirisi” olarak adlandırılan Amasya Genelgesi’ni okumuştu. 8 Haziran 1919’da yapılan ilk çağrıdan, askerlik görevinden istifa ettiği 8 Temmuz’a kadar muhtemel tehlikelere karşı işaret gördüğü hemen her yerde örgütlenmenin gereğini yapmış bir lider olarak tarihe geçmişti.
İstifa ederken söyledikleri, bugünümüze ışıt tutacak niteliktedir; değil mi ki tarih geleceğin aynasıdır.
Şöyle demişti:
“Bu mukaddes amaç için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya bütün kutsal değerlerim adına söz vermiş olduğum, pek aşığı olduğum askerliğe bu gün veda ve istifa ettim. Bundan sonra memleketim için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere sine-i millete bir fert olarak hizmet edeceğimi vatanın her köşesine bildiririm.”
Demek istemişti ki “önderlik amaçtan dönmemektir; son nefeslerine kadar memleket için özveri göstermektir”.
Gereğini yaptığını da biliyoruz; aynı bakış açısına sahip olmadığı pek çok komutan ve entelektüeli, aynı amaç doğrultusunda harekete geçirmiş ve o zorlu sürecin sonunda bağımsız bir Türkiye’nin kuruluşunun gerçekleşmesine ön ayak olmuştu.
Benzer günlerden geçiyoruz.
İktidarın yönettiği algı sürecini tersine çevirebilmek ve “elimizde kalan tek şeyi, yani sandık iradesine sahip çıkmak” için birlik ve beraberliğe ihtiyaç var böylece özgürlükçü ve demokratik Türkiye’ye giden yolu inşa etmek için amasız, fakatsız omuz omuza olma zamanıdır. Dayanışma çoğaltır çünkü.
Kesişim kümemizi Mustafa Kemal resmediyor.
Kayıtsız koşulsuz halk egemenliğini sağlamak için çok sevdiği askerlik mesleğini bir kenara bırakmıştı. Zira teşbihte hata olmasın, yeni “sarı öküz”lerin önüne geçmenin biricik şartı, göze almaktır en kötüsünü.
Ne demişti Fazıl Hüsnü Dağlarca?
“Yaşamaz ölümü göze almayan
Zafer göz yummadan koşana gider”.
İlginizi Çekebilir