Rojava gerilimi: Kim gerçekçi, kim baltalayıcı?
SİYASETAna muhalefet partisine yargı eliyle savaş açarak siyaset üretmeye çalışanların, Türkiye’nin hiçbir sorununu çözmesi mümkün değildir. CHP’yi rakip olmaktan çıkarmak için başvurulan gayri yasal yollar, küçük iktidar hesapları uğruna Kürtlerle barış ihtimalinin feda edildiğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’de adettendir; siyasi liderler, yurtdışından ülkeye dönüş yolculuklarında uçakta gazetecilere kritik konular hakkında önemli açıklamalar yaparlar.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da hafta başında Çin’de düzenlenen Şanghay İşbirliği Teşkilatı toplantısından dönüş yolunda, gazetecilere “Her kim bu süreci baltalamaya çalışırsa bunun faturasını öder” dedi.
Cumhurbaşkanı bu uyarıyı özellikle Suriye ve Rojava bağlamında yaşanan tıkanıklıklar ve tartışmalar nedeniyle yaptı. Son günlerde Cumhur İttifakı partilerinin çeşitli yetkililerinden ve Cumhurbaşkanı’nın kendisinden oldukça sert ve suçlayıcı açıklamalar duymaya başladık.
Bunlara geçmeden önce, sevgili Sırrı Süreyya Önder’in yeni çözüm süreci başladığında sıkça dile getirdiği “Bu sefer olacak” sözlerinin taraflarca alttan alta sorgulanmaya başlandığına dikkat çekmek isterim.
Nitekim, yeni çözüm sürecinin başlangıç noktasının da, 2013-2015 çözüm sürecinin bitiş noktasının da Suriye ve Rojava olduğu gerçeği ışığında, son günlerde duyduklarımız tetikte olmamız gerektiğini gösteriyor.
Bu nedenle süreci baltalamaya çalışanların kimler olabileceği, bunu nasıl ve neden yaptıkları soruları büyük önem taşıyor.
Çözüm süreci başladığı ilk günden beri süregelen bir tartışma, iktidar çevreleri ve özellikle MHP lideri Devlet Bahçeli tarafından yeniden gündeme getirildi: PKK’nin feshi ve silah bırakmasının PYD ve YPG’yi de kapsaması, Doğu ve Kuzey Suriye Özerk Yönetimi’nin ise Şam yönetimine tabi olması gerektiği iddiası.
Oysa bu yaklaşım ne gerçekçi ne de uygulanabilir. İktidar, 2014’teki Kobani olaylarından ders çıkarmış değil. Suriye’de rejim, toplumsal dinamiklerin mücadelesiyle değil, esas olarak bölgesel ve küresel güçlerin desteğiyle ayakta kaldı. Bugün Şam yönetimi, Aleviler, Dürziler ve diğer toplumsal kesimlerle bağlarını kaybetmiş durumda. Buna karşın, Doğu ve Kuzey Suriye Özerk Yönetimi’nin toplumsal tabanı ve yönetim kapasitesiyle kıyaslanamayacak ölçüde güçlü olduğu görülüyor. Böyle bir yapının Şam’a kayıtsız şartsız tabi olmasını beklemek gerçekçi olamaz.
Üstelik Şam yönetimi hâlâ Suriye’nin hiçbir temel sorununu çözebilmiş değil ve kendi iç müttefiklerini kontrol etme kapasitesine dahi ulaşamamışken, ülkenin en güçlü askeri yapısının Şam ordusuna katılması beklenemez.
ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, “Suriye ademi-merkeziyetçiliğe yakın bir modele yönelmelidir” sözlerinin Ankara’yı harekete geçirdiği anlaşılıyor. MHP lideri ilk kez sürece ilişkin Kandil yönetimini suçlayan bir açıklama yaptı. Aynı gün AK Parti sözcüsü Ömer Çelik de Büyükelçi’yi hedef aldı.
Doğu ve Kuzey Suriye Özerk Yönetimi’nin temsilcileri defalarca Türkiye ile bir sorunlarının olmadığını, Şam yönetimiyle anlaşmak istediklerini, ancak savaş öncesine dönmeyeceklerini açıkladılar. On iki yıldır deneyimledikleri kendi kendini yönetme pratiklerini ve elde ettikleri kazanımları sıfırlamaya rıza göstermeyeceklerini de ısrarla belirtiyorlar.
10 Mart 2025’te HTŞ lideri ile YPG lideri arasında imzalanan 10 maddelik protokol, çoğulcu ve merkeziyetçi olmayan bir yönetim anlayışı üzerinde mutabakata varmıştı. Ancak hayata geçirilemedi. Anlaşmanın ertesi günü Ankara, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve MİT Başkanı’ndan oluşan bir heyeti Şam’a göndererek anlaşmayı kadük bırakması için baskı yaptı.
Süreci Baltalayanlar
Bugün Cumhur İttifakı sözcüleri ve liderleri, yeni çözüm sürecindeki duraklamayı yanlış biçimde Rojava’daki bu gelişmelerle açıklamaya çalışıyor. Oysa esas mesele, PKK’nin feshi ve silah bırakmasına iktidar ortaklarının dar bir pencereden bakmaları ve bunun tarihsel önemini kavrayamamalarıdır.
PKK lideri Abdullah Öcalan, Kandil’deki silahlı varlığı tasfiye ederek hareketi demokratik siyasete taşımayı, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesine bir pencere açmayı hedeflemektedir. Ancak devletin, bu 20 binden fazla silahlı gücün demokratik siyasete ve toplumsal yaşama dâhil edilmesi için gerekli yasal, idari ve anayasal düzenlemeleri yapmaktan imtina etmesi büyük bir tutarsızlıktır. Dünyanın en büyük silahlı örgütlerinden birinin kendini feshetmesi ciddiye alınmıyorsa, bu çatışmanın sürmesine hizmet etmekten başka bir anlam taşımayacaktır.
Bütün bunlar bir yana, CHP’nin sinir uçlarına dokunacak uygulamalar da süreci baltalayan adımlar arasında sayılmalı. CHP İstanbul İl Başkanı’nın görevden alınarak yerine kayyım atanması, süreci baltalamaya çalışanların kimler olduğunu açıkça gösteriyor. Ana muhalefet partisine yargı eliyle savaş açarak siyaset üretmeye çalışanların, Türkiye’nin hiçbir sorununu çözmesi mümkün değildir. CHP’yi rakip olmaktan çıkarmak için başvurulan gayri yasal yollar, küçük iktidar hesapları uğruna Kürtlerle barış ihtimalinin feda edildiğini ortaya koymaktadır.
İlginizi Çekebilir