‘Radikal şıklar’, Kürtler ve Sırrı Süreyya ‘gerçeği’
SİYASETSosyal medyanın hakim olduğu, körlerin körlere yol gösterdiği, yani kabule dilmiş kanaatla yaşamanın ilke olarak benimsendiği bir dünyada birisi kalkacak da yeni bir önermede bulunacak... O dünyayı yaşadık, bitti.
Marshall McLuhan daha 1970’lerde ‘algı gerçektir’ demiştir. Ve bu söz 50 yıl sonra gerçek oluyor. Hasan Bülent Kahraman gerçeğin ve gerçeğin temsilini Sırrı Süreyya özelinde anlamamıza imkan tanıyor ve ekliyor; “Gerçeğin aranması öncelikle o yerleşik yapının ve benimsenmiş, Flaubert’in tabiriyle ‘kabul edilmiş kanaatlerin’ ötesine geçmeyi gerektiriyor.”
Gerçek kayboldu. Gerçek-sonrası dünyada yaşıyoruz ve bu olgu hayatımızın her yönünü tepeden tırnağa etkiliyor. İnsanlar gündelik hayatları içinde ne kadar farkındadır bilmem ama sanallığın bu derecede ilerlediği ortamda insanın yanılsamayla, sanrıyla ilişkisi engelleyemeyeceği şekilde gerçekle kurduğu ilişkinin ötesine geçecektir. İnsan artık gerçeği arayan bir yaratık mıdır ondan da emin değilim. Kaldı ki, gerçek ne?
Son kertede ve büyük ölçüde konvansiyonların oluşturduğu temel kabulleri gerçek kabul ediyoruz. Gerçeğin aranması öncelikle o yerleşik yapının ve benimsenmiş, Flaubert’in tabiriyle ‘kabul edilmiş kanaatlerin’ ötesine geçmeyi gerektiriyor. Felsefe binlerce yıl bu yolu yürüdü. Eğer yeni bir gerçeklik bulma çabasında değilse, artık felsefenin de geriye itildiği bir çağdayız demektir. Durum tamamen böyle. Sosyal medyanın hakim olduğu, körlerin körlere yol gösterdiği, yani kabule dilmiş kanaatla yaşamanın ilke olarak benimsendiği bir dünyada birisi kalkacak da yeni bir önermede bulunacak... O dünyayı yaşadık, bitti.
Nedeni çok basit: kâğıt kültürünün sonuna geldik. Bu yargı, kitabın ortadan kalkması demektir. İstediği kadar istatistikler satılan kitap adedinin arttığını söylesin, dibine ine ine, bir mağaranın içinde yürüyormuşçasına yoklaya yoklaya yol alır gibi, adım adım ilerleyerek, kim kitap okuyor? Şu satırları okuyan kim 300-350 sayfalık bir kitabı, başından sonuna kadar masada oturarak, yatakta, kanepede uzanarak, otobüste, metroda, vapurda giderken okudu, bitirdikten sonra üstünde düşündü? Yok böyle bir şey, kimse artık bir kitabı boydan boya kat etmiyor.
O vakit, gerçeği nerede arayacağız? Doğa bitti. Simülasyonlar ve ‘simülakr’ zaten ‘mimes’i ortadan kaldırmıştı. Şimdi, mekân da kayboldu. Boşluk, zeminsizlik hakimiyet kazandı. Hepimiz olmayan bir evrenin içinden üretilen bilgiyi gerçeğin kendisi sanıyoruz. Yani gerçeğin yittiği bir dünyada inanmak kavramı da anlamını değiştirdi. Hayat şimdi çok kolay. Hatta bütün şu olumsuz tabloyu yaratan ana etmenin hayatın kolaylığı olduğunu söylemek kabil.
Gerçekle siyasetin ilişkisi bu ölçüde çarpık Türkiye’de ve işin fena yanı hemen hemen tüm dünyada durum bu. Marshall McLuhan daha 1970’lerde ‘algı gerçektir’ demiştir. Bu söz, gerçek gücünü ve işlevini bugünlerde icra ediyor. Otokratik yönetimlerin, çeşitli yollardan güdümlediği algının gerçeği örttüğü bir dünyadayız.
Gerçeğin yitip gittiği, uçup kaybolduğu bir dünyada siyasetin anlamı ne olabilir? Siyasetin belli bir gerçeklik üretme ve o üretilmiş olguyu gerçek diye sunmak gibi bir çabasının olduğu zaten malum. Aristoteles’in Retorik kitabı özünde bu olguyu anlatır. Söylemin gerçekliği aşma özelliği olmasaydı, tiyatro olamazdı. Tiyatro bir dönemde olmayan bir gerçeğin içine girmek, belli bir süre için o sahnedeki oluşumları gerçek kabul etmektir. Siyasetin, teatralliği ne kadar yoğun şekilde içerdiği malum. Gerçekle siyaset, konuşmakla kürsü arasındaki ilişki gelir bu kapıya çıkar.
‘Son zamanlarda’ deyişinin Türkiye’de ne ifade ettiğini bilmiyorum. Ama yine de öyle diyeyim ve son zamanlarda Türkiye’deki siyasetin en önemli meselesinin gerçekle kurduğu ilişkinin çapakları, pürüzleri, özürleri olduğunu belirteyim. Gerçek siyaseti üretmiyor Türkiye’de, siyaset gerçeği üretiyor. Sol siyaset, solda olması gereken kavramlarla yapılan siyaset tamı tamına bu eksende cereyan ediyor. Eğer gerçek siyaseti üretseydi Türkiye’de sendikalı işçi sayısı bugünkü acınacak düzeyde kalmazdı. Sendikalıların hacmi büyür, o hacim de siyasete tesir ederdi. Hayır, olmuyor. O zaman gerçeğin siyaseti ürettiğinden kimse söz edemez.
Kürt konusunda da bu olgu geçerli. Kürtlerin yaptığı, gerçeğin oluşturduğu siyasetten çok siyasetin biçimlendirdiği bir Kürtlük geçerli, Türkiye’de. Mesela, ilk Çözüm Süreci tamamlandıktan sonra bu halin içinden geçiyoruz. Ayrıntısına girmek istemiyorum bu tespitin, uzatmak da istemiyorum. Analitik ve nesnel düşünen (gerçek bu iki kavramla aranır) hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir saptamada bulunuyorum. Gerçekle siyasetin ilişkisi bu ölçüde çarpık Türkiye’de ve işin fena yanı hemen hemen tüm dünyada durum bu. Marshall McLuhan daha 1970’lerde ‘algı gerçektir’ demiştir. Bu söz, gerçek gücünü ve işlevini bugünlerde icra ediyor. Otokratik yönetimlerin, çeşitli yollardan güdümlediği algının gerçeği örttüğü bir dünyadayız.
Bugün Kürtlerin gerçeğini, her neyse o gerçek, anlatacak, aktaracak bir kültür zemini yok. Ne televizyonlar o zemini oluşturuyor ne de basın. Yine o gerçeği dile getirecek bir kitap yayını da yok. Dergiler ortadan kalktı. Aydınların sonuna gelindi. Aydının aydın olmasını sağlayacak mecralar tükendi. Aydın, gazetelerde ve özellikle dergilerde yazarak kendisini var eder. Öyle bir hayata sahip değiliz.
Yine kendimize ve Kürt meselesine dönelim. Türkiye’yle ilgili her saptamadan sonra geldiğimiz bir soru var: neden?
Öyle, çünkü, Kürtlerin gerçeklerine dönük bir siyaset yapmasına politik yaşam da kültürel yaşam da izin ve olanak vermiyor. Bugün Kürtlerin gerçeğini, her neyse o gerçek, anlatacak, aktaracak bir kültür zemini yok. Ne televizyonlar o zemini oluşturuyor ne de basın. Yine o gerçeği dile getirecek bir kitap yayını da yok. Dergiler ortadan kalktı. Aydınların sonuna gelindi. Aydının aydın olmasını sağlayacak mecralar tükendi. Aydın, gazetelerde ve özellikle dergilerde yazarak kendisini var eder. Öyle bir hayata sahip değiliz.
Geriye bir tek parlamentonun kürsüsü kalıyor.
Geçenlerde, ölümü ardından Sırrı Süreyya Önder için yazdım ve onun Şark kültürünü özümsemiş bir insan olarak Kürt politikası yaptığını söyledim. Sözü ve sazıyla o kültürün biçimlendirdiği bir insandı. Sırrı Süreyya’yı muhterem ‘anası’ doğurmamıştı. O zaten öyleydi. Önder, toprağının doğurduğu, yarattığı insandı. O nedenle gerçekti. İnandırıcılığı gerçekliğinden geliyordu.
Gerçeğe inanmak dünyanın en zor işlerindendir. İnsan zihni metafizik, olana, fanteziye inanmak eğilimindedir. Gerçek, kendisi inandırıcılığını içinde taşır ve bu niteliğiyle her gerçek, insanın bildiğinden vazgeçmesini gerektirir. Sırrı Süreyya, gerçekliğinin gücüyle önündeki darboğazları aşıyordu.
Gerçekti. Çünkü, kendi söylediği üzere içine girmediği, önünde yer almadığı tek bir kavga yoktu. ‘Ben cop yemeden kimseyi coplatmadım, ben gaz yemeden kimseyi gazlatmadım’ demek herkesin harcı değildir. Bunu başarmıştı. O zaman gerçek oluyorsunuz. Gerçek olunca da inandırıyorsunuz. Son görüşmesinde Niyazi-i Mısri’nin (Mısırlı Niyazi, 17. Yüzyıl mütefekkiri ve şairi) bir kasidesini mezar taşına yazdıracağını söylemiş. Buyurun, Mısri’den tek bir mısra bilen varsa buyursun gelsin, başımızın üstünde yeri olacaktır. Kürt veya Sırrı Süreyya ‘gerçeğine’ böyle bakmak gerekir. Öyle bakılmıyorsa oturup düşünmek gerekir. yapmadığımız şey de o!..
‘Radikal şık’ deyimini şu yazıyı yazarken baktığım Wikipedia mükemmel şekilde özetlemiş. ‘Radikalizmle’ yani Amerikancada geniş manasıyla ‘solla’ alakası olmayan, hatta solun veya neyse o savunulan görüş, onun tamamen karşıtı olan çevrelerin, ‘liberal elitin’ (buradaki ‘liberal’ sözcüğü de yine Amerikancada tatlı su solcusu demektir) bir parçası olmak için benimsediği davranış kipidir ‘radikal şıklık’.
Türk solunun temel sorunlarından birinden söz ediyoruz. Ne yapalım ki, sol kültürümüzü işçiler ve onların ‘organik aydınları’ oluşturmadı. Bir dönem aydınlar, gazeteciler hazırladı o kültürü. ‘Organik’ ilişkisi olmadığından onlar da bir süre sonra kendi sınıflarının çağrısına uydu, soldan kopup gittiler. 1970’lerin solcularının, bilhassa Maocularının sınıfsal dökümü yapılsa çok ilginç bulgulara erişeceğiz.
Şimdilerdeyse durum büsbütün farklılaştı. Zamanının Avcıoğlu’nu, Altan’ını, Aren’ini, Boran’ını, Aybar’ını mumla arıyoruz. Kürt sorunu da sol sorunu da büyük sermaye sahiplerinin evlerindeki ‘partilerde’ ele alınıyor, müzakere ediliyor artık, siyasi partilerde veya parlamentoda veya basında değil. Sırrı Süreyya’nın sohbetlerimizden birinde dile getirdiği saptaması kulaklarımda çınlıyor. Çok zengin ve tanınmış bir çiftin, tanınmış basın ve iş dünyasından simaları neredeyse mutat şekilde evinde toplayıp Kürt ve sol sorunlarını tartıştığını söyleyip, ‘yahu’ demişti ‘bunların aklına devletin aklına girdiğimiz kadar giremedik? Ne yapak, kendimizi ihbar mı edek?’
Ben de ona Tom Wolfe’un bir kitabından söz etmiştim. New York’un en büyük evlerinden birinde, müzik tarihinin önemli isimlerinden Leonard Bernstein ve eşi Kara Panterler için bir davet verir. Maksat onlar için para toplamaktır. NY’ta benim diyen herkes oradadır, şampanya su gibi akmaktadır. Herkes iki dirhem bir çekirdektir. Bazılarının övündüğü Ganzo gazetecilerden olamayan ama Yeni Gazeteciliğin en önemli adlarından biri olan Tom Wolfe da o geceyi Radical Chick adı altında kaleme alır. O gün bugündür bu deyim benzeri durumlar için kullanılır.
‘Radikal şık’ deyimini şu yazıyı yazarken baktığım Wikipedia mükemmel şekilde özetlemiş. ‘Radikalizmle’ yani Amerikancada geniş manasıyla ‘solla’ alakası olmayan, hatta solun veya neyse o savunulan görüş, onun tamamen karşıtı olan çevrelerin, ‘liberal elitin’ (buradaki ‘liberal’ sözcüğü de yine Amerikancada tatlı su solcusu demektir) bir parçası olmak için benimsediği davranış kipidir ‘radikal şıklık’. Geçerli olan, ‘moda’ olan görüş, eğilim neyse, o çevre o görüşle içli dışlı olarak ‘fiyaka’ yapar. Onu reddedenler ‘kulübe’ alınmaz. ‘Muhafazakâr’ kabul edilir. Maksat o zengin ve namlı insanlarla o görüş aracılığıyla birleşmek, bütünleşmektir. Ana maksat budur. Ayrıca o görüşün mutlaka ‘sistem dışı’ olmasına bilhassa özen gösterilir. ‘Beyaz Türkler’imizin dudumu da aynıdır. Amerika’da siyahlara yapılan zulümlerden kaynaklanan bir ‘white guilt’ (beyaz suçluluğu) kavramı vardır. Bizimkiler oraya gelmezler. Bizim öylesi bir suçluluk duygumuz yoktur. Yine de bizim Beyaz Türklerle Amerika’nın Beyaz ‘Beyaz Amerikalılar’ı bu bakımlardan benzeşir de benzeşir.
Bunları anlatmıştım. O toplantıların maksadı budur demiştim. Güzel şivesiyle verdiği cevap zekasını ve gerçekçiliğini yansıtıyordu: ‘gardaşım biz radikal olduk ama şık olamadık, ondan kaybettik ama şimdi ne oldu yani, radikalliği de mi kaybettik?’
İnsan farkında olmaksızın sınıfının mensubudur. O sınıfa doğar. Sınıfını reddetmiş insanlar için hayat zordur. Bunu bildiğinden Beyaz Türklerin, varsılların Kürt siyasetiyle içli dışlı olması, o siyasetin kendi çıkarlarına zarar vermemesi için alınacak tedbirin siyasetine dönüşür. O siyasetin gerçekle bir ilişkisi yoktur.
Evet, Türkiye’deki hakikat bu. Bu toprağın sazını, sözünü, şiirini, masalını bilmeyelim, zihnimizde tek bir mısraını saklamayalım, tek bir türküsünden haberimiz olmasın ama siyaset ve Kürt siyaseti yapalım. Zenginlerimiz o siyasetle karışıp kaynaşsın. Elbette, haklarıdır. Çıkar çevrelerinin (interest groups), lobilerin siyaset yapmaya yerden göğe kadar hakları vardır. Fakat o siyaset, adı üstünde, çıkarlarının siyaseti olur. Sınıf bilinci onu gerektirir ve yaratır. Sınıfın biçimlendirdiği ideoloji bu niteliği taşır: hayatı ve olayları kendi çıkarı doğrultusunda biçimlendirmek ve kullanmak.
İnsan farkında olmaksızın sınıfının mensubudur. O sınıfa doğar. Sınıfını reddetmiş insanlar için hayat zordur. Bunu bildiğinden Beyaz Türklerin, varsılların Kürt siyasetiyle içli dışlı olması, o siyasetin kendi çıkarlarına zarar vermemesi için alınacak tedbirin siyasetine dönüşür. O siyasetin gerçekle bir ilişkisi yoktur. Yanlış mıdır, hayır değildir. Sadece özel bir dikkat ister ve bir ayıklama gerektirir. Bunları bilmeyi gerektirir.
Sırrı Süreyya gerçek bir insandı. Direnişçiliğiyle, eylemciliğiyle, bilgeliğiyle, demokratlığıyla gerçek bir siyaset yapıyordu.
İlginizi Çekebilir