Millet Sistemi’nin restorasyonu mümkün mü?
SİYASETMillet Sistemi’nin tamamen değilse dahi, Osmanlı’dan bugüne siyasal ve toplumsal yapı derinden değiştiği için, kısmen restorasyonu Türkiye’de devlete önemli bir yönetsel manevra alanı sağlayabilir.
Siyaset Bilimci Prof. Dr. Kıvanç Ulusoy son günlerde ABD Türkiye Büyükelçisi Barrack’ın tartışmaya açtığı Millet Sistemi’ni değerlendirdi. Ulusoy; “Millet Sistemi’nin tamamen değilse dahi, Osmanlı’dan bugüne siyasal ve toplumsal yapı derinden değiştiği için, kısmen restorasyonu Türkiye’de devlete önemli bir yönetsel manevra alanı sağlayabilir.” diyor
Avrupa’nın son yıllarda iyice karmaşıklaşan yeni yönetim yapısını açıklamaya yönelik yaklaşımlardan belki de en ilginç olanı Yeni Orta Çağ’cı yaklaşımdır. Avrupa Birliği’nin (AB) 1980’lerden itibaren genişlemesiyle giderek artan bir ivmeyle gerçekleşen şehirler ve bölgeler Avrupası aslında merkeziyetçi devlet öncesi yapıların ön plana çıktığı böyle bir siyasi projenin ürünü. Bu yeni durum 1980’lerden itibaren Avrupa entegrasyonu bağlamında paralel olarak gelişen ikili bir siyasal sürecin sonucu. AB, bir yandan milli-devletin yürüttüğü bir kısım işlevleri devlet üstü organlara devrederken diğer yandan yerel ve bölgesel yönetimleri güçlendirerek onlara siyasi ve yönetsel meşruiyet kazandırdı.
Sonuçta son genişlemelerle Batı Balkanlar hariç kıtanın tamamını kontrol eden ve şimdilerde Birleşik Krallığın 2020 başlarında üyelikten çekilmesiyle 27 üyeli bir birlik olan AB milli-devletin yönetsel düzeylerden sadece biri olduğu çok düzeyli bir yönetim yapısı olarak karşımıza çıkıyor. Milli-devletin adeta bir çözülmeye uğradığı AB siyasal yapısında milli-devlet öncesi bölgesel ve yerel yönetsel birimlerinin halen inşa halinde olan bu yeni yapıda hemen birer düzey olarak yer tuttuklarını ve milli devlete alternatif yönetim mekanizmaları ve teknikleri ürettiklerini görüyoruz. Aslında AB’nin şehirler ve bölgelere ciddi yönetsel güç veren bu yeni mimarisi Ortaçağa özgü bir siyasal yapı gibi görünmesine rağmen halen modern.
Modern merkeziyetçi yapı uluslarüstü kurumsal mekanizmalarla, inanılmaz boyutlara varan Brüksel odaklı bürokratikleşmeyle ve artık bir Anayasa yazılmasını kaçınılmaz hale getiren hukuk sistemiyle halen devam ediyor. Fakat bu uluslarüstü merkeziyetçi yapı karşısında devletin zayıflayan yönetsel gücü yerel ve bölgesel birimlere hem yönetsel düzeyde hem de siyasetin yerelleşmesiyle bağlantılı demokratik süreçler olarak bir meşruiyet kazandırıyor. Avrupa’da bütünleşmeyle gündeme gelen bu durum tıpkı 19. Yüzyılda milli devletlerin yükselişi dünyanın geri kalanını nasıl etkilediyle öyle etkilemeye devam ediyor. Özetle Avrupa’daki yapısal değişimin etkileri de yapısal. Öncelikle AB üyelerini ve üyelik yolundaki devletleri etkileyen bu süreç kaçınılmaz olarak son zamanlardaki jeopolitik mücadelelerin yarattığı gecikmelere rağmen dünyanın geri kalanını da etkiliyor.
Türkiye de benzer bir süreçle AB’ne üyelik sürecinde 2000’li yılların başından itibaren karşı karşıya kalmıştı. Avrupa’daki yönetsel gelişmelerin yapısal etkisine Türkiye 2000’li yıllardan itibaren üyelik sürecinin ivme kazanmasıyla açıkça maruz kaldı. 19. Yüzyıldaki milli devlet kurmaya yönelik Avrupa meydan okumasını da coğrafi yakınlığın da etkisiyle dirençlere rağmen Osmanlı siyasi elitlerinin gönüllü bir şekilde kabul ettiğini biliyoruz. Tanzimat bu gönüllü değişimin adıydı. Fakat Türkiye’de merkezi devlet öncesi yönetim sisteminin Avrupa’dan oldukça farklı olduğunu biliyoruz. Avrupa’da şehirler ve bölgeler milli devlet öncesindeki temel yönetim birimleri ve kültürel yapıları teşkil ederken Türkiye’de milli-devlet öncesi toplumsal farklılaşma Osmanlı İmparatorluğu’nun karakterinden kaynaklanan sebeplerle din temelinde gerçekleşiyordu.
Türkiye’de devletin hem ‘fonksiyonel’ hem ‘teritoryal’ bir dönüşüme girdiğini gösteriyor. Fakat gerekli yönetsel tedbirler alınmazsa Türkiye’nin geçirdiği bu dönüşümün kısa sürede yönetilemez hale gelebileceği ve zaten oldukça kırılgan olan bu sürecin şiddetle geri tepebileceği daha o zamanlardan görülüyordu.
Temel yönetsel birimleri dini guruplar ve bununla bağlantılı etnik kimlikler oluşturuyordu. Din ve etnisitenin içiçe geçmiş olduğu bu durumda Türkiye’de milli devlet öncesi yönetsel yapının Avrupadakinden çok daha karmaşık olduğu dahi söylenebilir. Dini ve etnik guruplara AB’ye uyum yasaları çerçevesinde getirilen özgürlükler Türkiye’de çok ciddi bir siyasi değişimin önünü açtığı gibi bu değişimi yönetecek yapıların da bina edilmesini mecbur kılıyordu. Reformların içeriği dikkatle incelendiğinde Türkiye’de yönetsel yapının hem dikey-dini-fonksiyonel hem yatay-etnik-teritoryal bir baskı altına girdiği görülür. Yine AB etkisiyle Türkiye’nin geçirdiği siyasal değişim dikkatle incelendiğinde en göze çarpıcı noktanın sürecin başlangıcından itibaren dini ve etnik gurupların yaşam alanlarının genişletilmesine dayalı olduğu farkedilir. Bu süreç içerisinde dini özgürlüklerin genişletilmesi, Türkçe dışındaki dillerin kullanım ve yayınına getirilen geniş özgürlükler ve son olarak yerel yönetimlerin güçlendirilmesine yönelik çabalar Türkiye’de devletin yukarıda bahsettiğim şekilde hem ‘fonksiyonel’ hem ‘teritoryal’ bir dönüşüme girdiğini gösteriyor. Fakat gerekli yönetsel tedbirler alınmazsa Türkiye’nin geçirdiği bu dönüşümün kısa sürede yönetilemez hale gelebileceği ve zaten oldukça kırılgan olan bu sürecin şiddetle geri tepebileceği daha o zamanlardan görülüyordu.
Daha sonraki yıllarda gördüğümüz gibi böylesine radikal bir dönüşüm için gerekli siyasi irade de kurulamadı. Avrupanın yönetsel meydan okumasına uyum yarım kaldı ve bunun için gerekli radikal demokratikleşme adımları atılamadı. Siyasal dönüşümün bütünüyle AB’ye bağımlı gelişmesi ise bu kırılganlığı bir kat daha arttırdı. Geçtiğimiz yıllarda bir dizi iç ve dış konjonktürel değişimle Türkiye’nin yeniden yönetilemez hale geldiğini ve Türkiye’de devletin vazgeçilmez özellikleri -karar alma mekanizmalarındaki veto noktaları- sebebiyle yönetsel krizi rahatlatacak reformların uygulanmasına ve ilerlemesine yönelik hareket alanının oldukça daraldığını gördük. Ayrıca savaşlarla hırpalanmış Avrupa’da milli devletin şimdilerde Türkiye’nin geçirdiği tarz dönüşümü geçirmesini kolaylaştıran, adeta ‘devleti kurtaran’ uluslarüstü kurumsal, bürokratik ve hukuksal dayanaklar olduğunu ifade etmeliyiz. Avrupa bütünleşmesi ve ortaya çıkan sıkı kurumsal ağ çözülen milli devletlerin adeta yeniden inşa etti. 1980’lerden itibaren daha da gelişmiş haliyle bu kurumsal ağ diktatörlükler (güney avrupa ülkeleri) veya komünist partiler (doğu avrupa devletleri) etkisiyle zayıflayan ve bunların gidişiyle adeta çözülen devletleri kurumsal kapasite destekleri ve fonlarla yeniden inşa etti. Şu an Avrupa devletlerinin eskisinden daha güçlü olduklarını söylemek hatalı olmaz.
Bu noktada temelde iki konu belirleyecek. İlki toplumsal güçlerin sistemin temel taşları üzerinde mutabakatıyla yükselteceği bu yeni siyasal yapının istikrarı. İkincisi ise toplumsal sorunların ne ölçüde sivil yönetim teknikleri kullanılarak çözülebileceği
Fakat bütün bunlara rağmen Türkiye’de bir şeyler yapılabileceğini görüyoruz. Bu iyimserliğimizin sebebi farklı dinden, dilden ve ırkan insanları yüzyıllarca yönetme becerisini gösteren Osmanlı tecrübesi. Bu tecrübe Türkiye’yi içinden geçtiği kökten siyasal değişimin gerektirdiği yönetsel beklentileri karşılayacak güç, deneyim ve esnekliğe sahip bir ülke olarak karşımıza çıkarıyor. Bu bağlamda Millet Sistemi’nin tamamen değilse dahi, Osmanlı’dan bugüne siyasal ve toplumsal yapı derinden değiştiği için, kısmen restorasyonu Türkiye’de devlete önemli bir yönetsel manevra alanı sağlayabilir. Böyle bir yönetsel strateji bir yandan demokratik taleplerin mutlak olarak dinsel veya etnik talepler şeklinde karşımıza çıkmasını engelleyerek toplumsal bölünmenin önüne geçecek, diğer yandan devletin vazgeçilmez özelliklerini sürekli tehdit altında veya sorgulanır hale düşmesini engelleyerek devlet altı dini ve etnik gurupları kendi içlerinde bir denge kurmaya itecektir. Bu ilişkileri düzenleyecek özerk kurumsal yapılar dini sorunların kamusal alanı tamamen işgal etmesini engelleyecek ve etnik guruplarınsa çoğu zaman iddia edilenin aksine homojen yapılar olmadığını ortaya çıkararak devlete yönetsel bir manevra gücü ve özerklik sağlayacaktır.
Son olarak böyle bir yapının Avrupa’daki süreclere paralel yeniden ivme kazandırılacak Türkiye-AB ilişkileriyle birlikte gelişmesi Türkiye’de doğmakta olan yeni yönetsel yapının demokrat karakterini ve meşruiyeti gözler önüne serer. 2000’li yıllarda AB’ne üyelik perspektifiyle gerçekleştirilen siyasal ve hukuksal reformlar Türkiye’de eskisinden oldukça ciddi farklılıklar içeren bir demokratik sistemi gündeme getirdi. AB’ne uyum yasalarıyla açılan bu siyasal süreci geçtiğimiz yıllarda gördüğümüz bütün geriye kayışlarına rağmen gelinen bu noktada temelde iki konu belirleyecek. İlki toplumsal güçlerin sistemin temel taşları üzerinde mutabakatıyla yükselteceği bu yeni siyasal yapının istikrarı. İkincisi ise toplumsal sorunların ne ölçüde sivil yönetim teknikleri kullanılarak çözülebileceği. Bu iki konu aslında birbirlerine içten içe bağlı olarak Türkiye’de yeni bir demokratik siyasal sistemin doğuşunu müjdeliyor. Büyük bir iyimserlikle yaptığımız bu değerlendirmenin Türkiye’de 1980 darbesiyle kurulan rejimin gardiyanlarının önündeki tek çıkış yolu olduğunu düşünüyoruz.
İlginizi Çekebilir