© Yeni Arayış

Krallar ve ulus-devletler

Çağımız “Kralların” yönettiği ulus-devletler çağı. Kim karışabilir ki? Alırlar da satarlar da! Bu arada “demokrasi” mi dediniz? “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” Bu kadar basit!

Bildiğimiz demokrasinin, rayından çıktığının en açık kanıtı, “seçilmiş” başbakanların ya da cumhurbaşkanlarının aslında bir zamanların imparatorluklarındaki “krallar” haline gelmiş olmaları. Sanki eskiden imparatorlukların yerlerini almış ulus-devletler yeniden imparatorluk haline geliyorlar gibi.

Çağımız demokrasilerinde yaşanmakta olan bu gelişme iki temel sebepten kaynaklanıyor. Birinci sebep, “kimlikleşme” ise diğeri de “bozuk gelir dağılımı”.

Kimlikleşme 1980’lerden bu yana yaşanan “küreselleşmenin” bir sonucu. Küreselleşme her şeyi yeryüzü düzeyinde yaygınlaştırırken aynı zamanda büyük bir “belirsizlik” de yaratıyor. Belirsizlik ise bireyler arasında riskler oluşturduğundan, onları dil ve din bakımından yakın olduklarının içine çekerek onları kimlikleştiriyor. Bu nedenle de liberal demokrasilerde varsayılan “vatandaş” kavramı aşınıyor. Kimin neye ve ne için inandığı o “vatandaşın” ait olduğu kimliğe göre biçimleniyor. Bu nedenle de sosyolojik olarak bölünmüş toplum siyasal olarak da bölünüyor. Siyasi partiler de ideolojik konumlanışlarını dayandıkları kimliklerle özdeş hale getiriyor.

İkinci sebep olan “bozuk gelir dağılımı” ise demokrasilerin olmazsa olmaz koşulu olan “seçimlerin”, siyasetçilerin sahip oldukları ya da harekete geçirebilecekleri kaynakların niteliği tarafından belirlenir hale geliyor olmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla siyasi partilerin seçimlerdeki başarıları büyük ölçüde bu kaynakların büyüklüğünün bir fonksiyonudur. Bu kaynak farklılıklarını belirli bir biçimde devlet kaynaklarıyla (devlet yardımlarıyla) regüle etmeye çalışan devletin yaptığının ise hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Siyaset bu nedenle de kaçınılmaz olarak toplumda finansman ararken aslında aynı zamanda bu finansı sağlayanların da kontrolüne girmekte. Dolayısıyla da toplum eşit olmayan kaynaklarla yarışan siyasi partilerin olduğu bir düzene evrilir ki bu düzene demokrasi demek de zordur.

İktisatta benim çok benimsediğim bir motto vardır. “Karar alanlar daima kendi çıkarlarına uygun karar alırlar!”. Yukarıda anlatmaya çalıştığım biçimde oluşan çağımız demokrasilerinde belirli bir kimliğe ve de büyük bir kaynağa sahip siyasetçiler iktidara gelirler ve geldiklerinde de hep kendi çıkarlarına uygun kararlar alırlar. Sonuçta, büyük ölçüde “eşitlik” üzerine oluşmuş bulunan demokrasiler aslında hep bu hayalden uzaklaşmış olurlar.

Alın size geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’la görüşmesinden yansıyan bazı bilgiler!

“Türk Hava Yolları, Boeing'den 150'si kesin, 75'i opsiyonlu olarak uçak satın alacağını duyurdu”.

Peki buna kim karar verdi? Cumhurbaşkanı ve etrafındaki bazı bürokratlar! Dikkat edin bir eğitim uçağı ya da helikopter satınalmasından sözetmiyoruz. Toplamda 225 Boeing yolcu uçağı alınmasından sözediyoruz.

Ne fark var demeyin!

Eğer bir karar toplumun genelini ilgilendiren büyüklükte bir kararsa aslında tek bir kişi buna karar vermemelidir. Hadi diyelim seçilmiş bir cumhurbaşkanı bir helikopter alınmasına da karar verebilsin! Versin! Bunda bir sorun yok! Çünkü bu karar toplumun genelini ilgilendirecek kadar büyük ve önemli bir karar değil. Ama 225 tane Boeing almak öyle değil! Bu büyük bir karardır ve devlet bütçesine büyük bir yük yükleyecektir. Onun için bu türden büyük kararlara toplum tarafından alınmasını sağlayacak bir perspektifle bakılmalıdır. Bunun ilk adreslerinden biri de kuşkusuz Meclis’tir.

Dedim ya çağımız “Kralların” yönettiği ulus-devletler çağı. Kim karışabilir ki?

Alırlar da satarlar da!

Bu arada “demokrasi” mi dediniz?

-“Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz”

Bu kadar basit!

 

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER