© Yeni Arayış

Geleceğin Eskileri

Popülizm aynı zamanda bir estetik tercihtir. Hangi renklerin, hangi mekânların, hangi kelimelerin kamusal alanda yer bulacağına dair bilinçli bir kurgudur.

Akademik dil kendi içine kapandı. Estetik tartışmalar, hayattan kopuk bir jargonla sınırlı kaldı. Popüler olanın dili genişlerken, düşünenin dili inceldi. Gösterişli olan her zaman güçlü değildir. Bugünün en büyük yapıları da, en yüksek sesleri de derinlikten yoksun. Tıpkı 19. yüzyılın çöken sarayları gibi, bugün de birçok şey yalnızca dışarıdan büyük.

Modernite geçmişi tümüyle silerek değil, onu başka formlara dönüştürerek yaşar. Yıkmak yerine benzeterek ilerler. O nedenle tarihin bazı anlarında, geleceğe aitmiş gibi görünen yapılar aslında geçmişin sessiz hayaletlerine dönüşür. Form değişir ancak içerik yerinden oynamaz. Sınıflar, ideolojiler, şehirler dönüşürken; bazı yapılar sadece büyür ama kent belleğine imza atacak kadar derinleşemez.

İskoç tarihçi Norman Stone, Dönüşen Avrupa adlı eserinde 19. yüzyıl şehirlerinin ihtişamla yorgunluk arasındaki çelişkili doğasını anlatıyor. Bu dönemde yeni yükselmekte olan burjuva sınıfı, aristokrasinin boşalttığı alanlara yerleşir. Ancak bu yeni yapı, içerikten çok görünüşle ilgilidir. Parıltılı pasajlar, büyük garlar, geniş bulvarlar inşa edilir, ama içinde yaşanan hayat çoğu zaman anlamdan yoksundur. Stone, ‘bu şehirler çoğunlukla ihtişamlı olmaktan uzaktı’ der. ‘Metropolislerin metruk köylerin üzerine kurulduğunu’ söyler. Stone’un burada işaret ettiği çöküş sadece bir mimari yozlaşmayı değil; aynı zamanda bir düşünsel sığlaşmayı da ortaya koyar. Çünkü göstermelik olan yerini düşünsel olana bırakmaz. Bu yeni kurguda anlam, derinlerden gelmek yerine, vitrinlerin önünden geçer.

Bugün yaşadığımız birçok kent deneyimi de bu sığlığın devamını andırıyor. Kültür politikalarının yerini gösterişli lansmanlar, kent vizyonlarının yerini görsel simgeler üzerinden siyasal meşruiyet üretimi almış durumda. Bu konuda çaba gösteren bir avuç insanın başına gelenlerse ortada.

AVM: Parlak Olanın Çöküşü

Stone’un bahsettiği kurgunun uzantısını 2000’li yıllarda Türkiye’nin dört bir yanında yükselen alışveriş merkezlerinde görmek mümkün. Birer prestij projesi gibi sunulan bu yapılar zamanla yalnızca ticaretin değil, kimliğin ve sınıfsal dönüşümün mekânı haline geldiler. AVM’ler sadece satın alma değil, görünür olma alanlarıydı. İçeride bulunmak bir tür vatandaşlık beyanına, yeni Türkiye’nin kültürel vitriniyle uyumlu olduğunu göstermeye dönüşüyordu.

Diğer yandan AVM’ler “çağa ayak uydurmak” fikrinin parlatılmış mekânlarıydı. Teknoloji, hijyen, iklimlendirme, güvenlik… Hepsi, eski şehir merkezlerinin kaotik yapısından kopmayı ve yeni bir aidiyet düzeni kurmayı vaat ediyordu. Ancak bu yapıların ömrü düşündüğümüzden kısa sürdü. Çok değil, yirmi yıl içinde birçok AVM ya yıkıldı ya da atıl kaldı.Bugün bu yapılar sadece terk edilmiş ticari binalar değil. Aynı zamanda çöken bir temsiliyet sisteminin de kalıntıları. AVM’lerde kurulan gösterişli “yeni halk sınıfı” hikâyesi, beklenenden daha hızlı biçimde çürüdü. Bu mekânlar ne gerçek bir kamusallık yaratabildi, ne de o parıltılı modernlik anlatısı kalıcı bir toplumsal tahayyüle dönüşebildi. Bugün hali hazırda yapımı devam edenler geleceğin eskileri olmaya aday. Norman Stone’un aristokrasinin çöküşü sonrası terk edilen saraylar için yazdığı ‘Yerlerine gelenler bu mekanlara anlam değil, tabela astı’ cümlesi, günümüz AVM’leri için de geçerli.r

Bugün Türkiye’de kültür-sanat alanında yaşanan sessizlik de, bu tercihin doğrudan sonucudur. Son on yılda tiyatrolar etkisizleştirildi, festivaller iptal edildi, şehir estetiği bozuldu, akademi yalnızlaştırıldı. Düşünsel çeşitlilik, önce “anlaşılmaz” olmakla suçlandı, sonra bütçesizleştirilerek görünmezleştirildi. 

Popülizmin Estetik Kırılması

Anlam kaybı sadece binalarla değil, kelimelerde, imgelerde, düşüncede de başladı. Sağ popülizm çoğu zaman sadece bir siyasal eğilim olarak anlaşılır. Ancak bu eksik bir okuma olur. Popülizm aynı zamanda bir estetik tercihtir. Hangi renklerin, hangi mekânların, hangi kelimelerin kamusal alanda yer bulacağına dair bilinçli bir kurgudur.

Bu tercih genellikle tekrar edilebilirlikten yana olur. Estetik karmaşıklık, düşünsel derinlik “elitlik” yaftasıyla dışlanır. Sanatın ve düşüncenin yerini, kolay tüketilen ve hızlı alkış alan gösteriler alır.

İrlandalı yazar ve siyasi yorumcu John McGuirk’in The Critic dergisindeki “Populism’s Problem” başlıklı yazısı, bu kırılmayı açıklayan nadir metinlerden biri. McGuirk, sağ popülizmin düşünsel üretim konusunda neden bu kadar zayıf kaldığını sadakat kavramı üzerinden açıklar. Ona göre, ‘Sadakatin yükseldiği yerde, düşünce kendine alan bulamaz. Sadakatin ödüllendirildiği bir kültürel iklimde, yaratıcı üretim sadece propaganda biçimlerine indirgenir’. Bugün Türkiye’de kültür-sanat alanında yaşanan sessizlik de, bu tercihin doğrudan sonucudur. Son on yılda tiyatrolar etkisizleştirildi, festivaller iptal edildi, şehir estetiği bozuldu, akademi yalnızlaştırıldı. Düşünsel çeşitlilik, önce “anlaşılmaz” olmakla suçlandı, sonra bütçesizleştirilerek görünmezleştirildi.

Görünmek ile Düşünmek Arasında

Kültürel alanın bu şekilde bastırılması, düşünenlerin de tavırlarını değiştirmesine neden oldu. Bazıları susarken, bazıları görünürlük yarışına katıldı. Bunun sonucunda kavramsal zenginlikten uzak, kendini tekrar eden bir entelektüel dağınıklık oluştu. Akademik dil kendi içine kapandı. Estetik tartışmalar, hayattan kopuk bir jargonla sınırlı kaldı. Popüler olanın dili genişlerken, düşünenin dili inceldi. Gösterişli olan her zaman güçlü değildir. Bugünün en büyük yapıları da, en yüksek sesleri de derinlikten yoksun. Tıpkı 19. yüzyılın çöken sarayları gibi, bugün de birçok şey yalnızca dışarıdan büyük. Taşlar yorgun. Dil yoksul. Anlam kayıp. Kültür, kendi içinden değil, dayatılanlardan besleniyor. İşte tam da bu yüzden, en sarsıcı sessizlik şimdi yükseliyor. Zira geleceğin eskileri yalnızca beton değil, anlam yoksunluğunu da belirler.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER