Duyguların tarihselliği: Hissetmenin politik ve kültürel rejimleri
KÜLTÜR SANATDuygular zamanla değişirler. Kültürden kültüre, sınıftan sınıfa, hatta bireyden bireye farklılaşabilirler. Örneğin “nostalji” kelimesi 18. yüzyılda bir hastalık olarak tanımlanırken, bugün melankolik bir özlem anlamında kullanılıyor.
Sources for the History of Emotions kitabının da önerdiği gibi, duygular yalnızca psikolojik değildir, tarihsel ve politik yanları vardır. Onları anlamak, geçmişle başka duyguların diliyle konuşmak demektir. Geçmiş yalnızca hatırlanmak değil, hissedilmek de ister. Bugün duyguların o sessiz diline kulak vermeye ihtiyacımız var.
Tarih sadece savaşlar, anlaşmalar ya da siyasi rejimlerin değişiminden ibaret değildir. Tüm bu akıp giden olayların içinde sevinç duyanlar, utananlar, korkanlar, öfkelenenler de vardı. Son yıllarda yükselişe geçen yaklaşımlardan biri tarihin bu sessiz çoğunluğunu duymamıza imkân tanıyor: duyguların tarihi.
İnsanlar geçmişte ne hissediyordu? Bugün öfke, aşk ya da utanç dediğimiz şey, 17. yüzyılda da aynı mıydı? Bu sorulara cevap arayan duyguların tarihi, tarihsel belgeleri yalnızca bilgi değil, his taşıyan kaynaklar olarak okuma önerisi getiriyor. Böylelikle tarihte sadece ne yaşandığını değil, nasıl hissedildiğini de anlatılır bir hal alıyor.
Satır Aralarındaki Duygular
Duyguların tarihini yazmak kolay bir iş değil. Geçmişte birinin ne hissettiğini bilmek, bugünü anlamaktan çok daha zor. Geride kalan duygular çoğu zaman satır aralarında bulunur: bir mahkeme kaydında, bir evlilik sözleşmesinde, bir romanın sayfalarında ya da bir günlüğün kırık cümlelerinde. Ama yine de bu imkânsıza yakın arayış, bize toplumların nasıl düşündüğünü, nasıl davrandığını ve en önemlisi nasıl hissettiğini anlama yolunda eşsiz kapılar aralar.
Avustralyalı tarihçiler Katie Barclay, Sharon Crozier-De Rosa ve Amerikalı Peter N. Stearns’ın editörlüğünü yaptığı Sources for the History of Emotions adlı kitap, bu kapılardan geçmek isteyenler için sağlam bir pusula sunuyor. Kitap, tarihçilerin kullanabileceği duygusal kaynakları geniş bir yelpazede ele alıyor: Dini ritüellerden tıbbi kayıtlara, mahkeme tutanaklarından romanlara, dans figürlerinden sessizliklere kadar. Çünkü his dediğimiz şey sadece kelimelerle değil, bedenle, mekânla, eşya ile ve toplumsal kurallarla da inşa edilen bir şey.
Hiçbir Duygu Aynı Kalmaz
Kitabın sunduğu temel kavrayışlardan biri duyguların sabit olmamasıdır. Duygular zamanla değişirler. Kültürden kültüre, sınıftan sınıfa, hatta bireyden bireye farklılaşabilirler. Örneğin “nostalji” kelimesi 18. yüzyılda bir hastalık olarak tanımlanırken, bugün melankolik bir özlem anlamında kullanılıyor. Aynı şekilde “aşk” kavramının da romantik, cinsiyetli, evlilik odaklı ya da yüceltilmiş hâllerinin tarih boyunca farklı anlamlar taşımış olduğunu görüyoruz.
Buradaki kritik nokta, tarihçinin geçmişe bugünün duygularıyla bakmak yerine dönemin duygusal rejimini anlamaya çalışmasıdır. Örneğin, 19. yüzyılda “hiddet” saygın bir erkek davranışı olarak sunulabilirken, aynı yüzyılın sonlarına doğru bu duygu disiplin altına alınmış, onun yerine “öfke kontrolü” medeni bir erdem hâline getirilmiştir. Duygular, tarihsel olarak yönetilir, düzenlenir ve şekillendirilir. Bu şekillenme tıpkı toplumda olduğu gibi iktidarın, dinin, ahlakın ve ideolojinin etkisi altındadır.
Duyguların tarihine bakmak, sadece geçmişi değil, bugünü anlamak için de gerekli. Kimin duygusu meşru sayılır? Kimin acısı görünmez kalır? Kimin öfkesi “haklı”, kiminki “tehlikeli”dir? Bu sorular, sadece tarihçilerin değil; toplumun her kesiminin sorması gereken sorular. Zira Tarih yalnızca neyin yaşandığını değil, nasıl hissedildiğini de içerdiğinde tamamlanır.
Beden, Ritüel, Sessizlik: Duyguların Görünmeyen Arşivleri
Diğer taraftan duyguların tarihi yalnızca yazılı belgelerle değil, aynı zamanda performanslar aracılığıyla da okunur. Sarah Hand Meacham ve Alan Maddox’un ortak makalesi jestleri, dansları, müzikleri yani, bedenin taşıdığı duygusal anlamları gözler önüne seriyor. Osmanlı’da bir cenaze merasimi, Fransız Devrimi sırasında atılan bir slogan, ya da modern bir protestoda yumruğun havaya kaldırıldığı anda hissedilen şeyler… Bunlar yalnızca politik değil, aynı zamanda duygusal eylemler olarak karşımıza çıkarlar.
Hissetmek Kimin Hakkı? Duyguların Sosyal Hiyerarşisi
Duygular, bireylerle sınırlı değildir. Toplumlar da hisseder. Ulusların da duyguları vardır. Yeri geldiğinde yas tutar, öfkelenir ve gururlanırlar. Özellikle milliyetçi hafıza politikaları duygular üzerinden inşa edilir. “Kahramanlık”, “mağduriyet”, “yükseliş”, “düşman” gibi kavramların çoğu, kolektif bir duygusal tahayyülün ürünüdür.
Barclay ve Crozier-De Rosa’nın özellikle vurguladığı “intersectionality” (kesişimsellik) yaklaşımı, sınıf, cinsiyet, etnik kimlik gibi ayrımların duygular üzerindeki etkisini ortaya koyar. Örneğin aynı dönemde bir erkek öfkelendiğinde “mücadeleci” sayılırken, bir kadının öfkesi “histerik” olarak damgalanabilir. Duygular, kim olduğumuza göre farklı yorumlanır. Kimimize “hissetme hakkı” tanınırken, kimimizin duyguları bastırılır.
Bugünün Türkiye’si: Hisler Arasında Kaybolmak
Günümüz Türkiye’sinde de duygular, yalnızca bireysel deneyimler değil; politik araçlar olarak işlev görmekte. Sürekli öfkeli bir gündem, kolektif depresyon, dayanışma çağrıları, linç kültürü, travmatik geçmiş… Hepsi, tarihsel olarak inşa edilmiş ve bugüne miras kalan duygusal rejimlerin parçası. Ne var ki, duygular konuşulmadığında, tarih konuşulamaz. “Mazlum millet”, “kahraman ecdat”, “yerli ve milli öfke” gibi ifadeler, geçmişin nasıl hissedildiğine değil; nasıl hissettirilmek istendiğine işaret eder.
Oysa duyguların tarihine bakmak, sadece geçmişi değil, bugünü anlamak için de gerekli. Kimin duygusu meşru sayılır? Kimin acısı görünmez kalır? Kimin öfkesi “haklı”, kiminki “tehlikeli”dir? Bu sorular, sadece tarihçilerin değil; toplumun her kesiminin sorması gereken sorular. Zira Tarih yalnızca neyin yaşandığını değil, nasıl hissedildiğini de içerdiğinde tamamlanır.
Sources for the History of Emotions kitabının da önerdiği gibi, duygular yalnızca psikolojik değildir, tarihsel ve politik yanları vardır. Onları anlamak, geçmişle başka duyguların diliyle konuşmak demektir. Geçmiş yalnızca hatırlanmak değil, hissedilmek de ister. Bugün duyguların o sessiz diline kulak vermeye ihtiyacımız var.
İlginizi Çekebilir