© Yeni Arayış

Depreme dirençli şehirler mi istiyoruz, önce TOKİ’den başlayalım

Afetlere dirençli ülkelerde, şehirlerde şehircilik deneyimleri yerle temas ederek, süreç odaklı olarak tasarlanıyor, çok yönlü, çok öncelikli ilişkilerle.

Bu ülkede felaketleri ortaya çıkaran, tanımlayan modernlik biçiminin aynı zamanda felaketleri olanaklı kılan şey olabileceğinden şüphe duyuyorum. Bu modernleşme biçimi akıl dışı, kuralsız olanla karşıtlık içindeymiş gibi gözükürken ona güç sağlıyor da olabilir.

Afetlere dirençli ülkelerde, şehirlerde şehircilik deneyimleri yerle temas ederek, süreç odaklı olarak tasarlanıyor, çok yönlü, çok öncelikli ilişkilerle. Oysa kamu-özel karışımı ilişkilerle katılaşan hakikatler bilimle topluluklar arasında mesafe koyuyor, bilgi iyileştirici etkisini kaybediyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a göre depreme dirençli şehirler oluşturmak için “kentsel dönüşüm” gerekliymiş.

Peki Sayın Bakan, soruyorum: “Kentsel dönüşüm”e konu olacak yapılar nasıl seçiliyor?

Japonya’da olduğu gibi semt semt, sokak sokak, ev ev “mikro bölgeleme” adı verilen ayrıntılı analizler yapılıyor mu? Planlar çok yönlü, süreç odaklı, yerle temas ederek, yöneticilere, uzmanları, toplulukları farklı bir eşiğe taşıyacak yöntemlerle ele alınıyor mu? 

Hayır. Piyasaya bırakılıyor!

Kamu kendi seksiyonlaşmış zekasıyla kavrayamadığı ve çok karmaşık yapılar olan şehirsel hareketliliği, gelişmeleri düzenleyemediği için bu meseleyi bir inşaat sorunu gibi görüyor. Kendisini gözden geçirmek yerine.

Piyasaya bırakılınca ne oluyor? Şehrin depreme dirençli olmayan yapılarının bulunduğu semtlerindeki yapılar dururken en kaliteli yapı stoğunun bulunduğu bölgelerdeki sağlam yapıların parası karşılığı alınan çürük raporları ile yıktırılıyor.

Depreme dirençli şehirler mi istiyoruz? Önce TOKİ’den başlayalım. TOKİ sizin de söylediğiniz gibi ayrı çalışmasın, yerel yönetimlerle işbirliği yapsın. Şehirlerin daha iyi planlanması için yerel yönetimlere destek versin. Onlara kaynak kullandırsın. 

TOKİ şehirlerin bir eşya gibi, bir bina gibi inşa edilebileceğini varsayan ilkel bir şehircilik anlayışının kalıntısı. Şehirlerin dönüşümü yalnızca piyasa aktörlerine bırakılamaz. Bu kuruluş devlet gücüne, kamu imtiyazlarına sahip bir piyasa aktörü gibi konutlar inşa ettirerek afetlere dirençli kentlerin oluşmasını sağlayamaz.

Topluma bilim enjekte edilmesi gerektiğini söyleyen bir bilim insanı

Son olarak “afet kültürünün topluma eğitimle -yani zorla- enjekte edilmesi gerekiyor” sözünü de duyduk. 

Neden bu ülkede bilim insanlarının neredeyse çoğu deprem gibi afetler konusunda böyle sözler söyleyebiliyorlar? Karşılıklı bir öğrenme süreci yaşamak yerine toplulukları nesne olarak görüyorlar? 

Topluluklar bu nedenle afetleri tıpkı başlarına gelebilecek kazalar gibi algılıyor. Başlarına gelmedikçe ya unutmaya çalışıyor, ya da nafile bir çabayla jeofizikçiler gibi fay hatlarının, zemin yapılarının haritalarını, binaların durumunu öğrenmeye çabalıyor. Ama neyle karşı karşıya olduklarını, afetlerle nasıl başa çıkabileceklerini bilemiyor.

99 felaketi sonrasında muazzam bütçeler ayrılarak hazırlanan ve Büyükşehir’e ait billboardlarda ciltlenmiş olarak görseli yer alan “Deprem Master Planı”nın 26 sayfalık “katılım” bölümüne bakıldığında bile yalnızca cahil olan vatandaşların nasıl bilinçlendirileceğini sorun ettikleri görülüyordu, bu uzmanların. Bu planı hazırlayanlar 99 felaketinden sonra bile, hala “biz fay hatlarının yerlerini biliyorduk. Ama siyasetçiler bizi dinlemedi” demekten başka bir şey söylemiyorlardı. Ne paradoks değil mi, ama: Hem kamu adına konuştuklarını zannediyorlardı. Hem de bir sivil toplum kesimi gibi kendi kamu yararı anlayışlarını temsil etmeyi yeterli görüyorlardı.

Çünkü en uç durumlarda, çatıştıkları durumda bile biri olmadan diğerinin de olamayacağının bilinciyle hareket ederler. Örneğin yolsuzluk yapabilmek, rüşvet alabilmek için çok katı koruma kurallarının olması gerekir. Neredeyse diktatörlük yöntemleri ile hazırlanmış öngörünüm yasaları, koruma planları gibi… Hayatın karmaşıklığını kendi kurgularıyla kavrayamadıkça dışarıda bıraktıklarının hayaletler olarak geri dönmelerine, vücut bulmalarına daha çok ihtiyaç duyarlar. Onları ötekileştirdikçe daha çok güçlenirler.

Bu nedenle bilimi bir hakikat olarak inşa edenlerin ve onların yarattıkları hayaletlerin birbirlerine sımsıkı bağlı olduklarını düşünürüm hep.

 Bu durumda gösterdikleri şey aslında göstermedikleri olandır. Yani onların felaketleri, korkuları kullanarak kendilerine ayrıcalık sağlama, çevreyi, dünyayı sahiplenme arzularıdır.Bu koşulları değiştirmek isteyenlerin sorumluluğu ise bu bilme biçiminin - seküler olmayan, iktidar üzerinden oluşturulan bilimsel kapasitelerin- düpedüz ideolojik olduğunu göstermektir.

9 şiddetindeki bir depremde bile can kaybı yaşamamayı öğrenmek 

İnsanlık felaketlerle karşılaşarak kendisini var eder. İnsan olmanın, yani bir hayvan türü olmanın özelliğidir bu. Modern toplum ise kurgularla müşterek alanı düzenlemeye çalışır.

Kurgularla akılcılaştırma fırsatları yaratır.

Peki bu ülkede öyle mi?

99 felaketi bu açıdan oldukça ufuk açıcıydı. Çünkü yardıma uzaktan gelenler arasında farklı “insanlık” deneyimlerine sahip insanlar vardı. Bir bakıma bu açıdan da bir karşılaşma alanı oldu.

Çok sayıda örnek var. Ama bunlardan en çarpıcı olanlarından biri de 99 felaketi sonrasında gelen Japon yardım heyetinin çalışma şekliydi.

Japon İmparatoru’nun başdanışmanın liderliğinde gelen heyetin yerellikle bambaşka bir ilişki biçimi kurduklarını gördük. Onlar için koşullarda bir değişiklik yaratmak, uzmanların didaktik bir şekilde bildiklerini aktarmaları değil, sorun sahiplerinin bildiklerini açığa çıkarmaya, öğrenmeye ve anlamaya çalışmasıydı.

Onlar müşterek alanı düzenleyen bilginin, kuralların, kurguların işlev görebilmeleri için arizi olarak değil, sürekli hayatla temasta olmaları, canlı tutulmaları gerektiğini düşünüyorlar, ileri yaşlarına rağmen ilişki kurmak için çırpınıyorlardı.

Ne tuhaf değil mi? Felaketler yaşayarak yalnızca 9 şiddetindeki bir depremde bile can kaybı yaşamamayı öğrenmiş olan Japon heyetinin değil, Hollanda, Almanya gibi ülkelerden gelen uzmanların da çalışma şekli buydu. 

Japon İmparatoru’nun baş danışmanının son nefesini verene kadar “üst-dil” denen şeyin eylemsel olduğunu, hakikat olmadığını kavrayarak uğraştığını gördüm. Kendisini yok edercesine...

Onlarla ancak gene kendileri gibi gönüllü insanlar çalışabildi. Karşılarında kamu gücünü, kariyer imkanlarını kullandıkları halde onlarla ilişki kurabilecek bir muhatap bulamadılar. 

Felaketleri bilme biçimimiz onları hazırlıyor olabilir

Bu gözlemlerden hareketle, bu ülkede felaketleri ortaya çıkaran, tanımlayan modernlik biçiminin aynı zamanda felaketleri olanaklı kılan şey olabileceğinden şüphe duyuyorum. Bu modernleşme biçimi akıl dışı, kuralsız olanla karşıtlık içindeymiş gibi gözükürken ona güç sağlıyor da olabilir.

Nesnelleştirici eylemsellikler, bilim bilinenlerin sürekli olarak sorgulanmasını, temsilin bir eksiklik olduğunu fark etmeyi zorunlu kılıyor, “modern” adı verilen topluluklarda. Oysa kamu-özel karışımı ilişkilerle katılaşan hakikatler bilimle topluluklar arasında mesafe koyuyor, bilgi iyileştirici etkisini kaybediyor.

İşte bu yüzden bilginin eşitlikçi ilişkiler kurması, işaretsizleştirici yöntemlerle erkin bir gösterisi halini almaması, yerle sürekli teması çok önemli. Afetlere dirençli ülkelerde, şehirlerde şehircilik deneyimleri yerle temas ederek, süreç odaklı olarak tasarlanıyor, çok yönlü, çok öncelikli ilişkilerle...

Bilindiği gibi projeler, planlar, temsiller yalnızca hayali nesneleri olan kurgulardır. 

Onlara gerçeklik statüsünün tanınması ve potansiyel sözleşmeleri sembolik şiddeti üreten eylemsellikler ve bu kurguları hazırlayan sembolik sınıfların iktidar yapıları ile örtüştükleri anlamına gelebilir. Ya da imtiyazlı bir çıkar grubu gibi kendilerini temsil etmeleri.

Bu durumda gösterdikleri şey aslında göstermedikleri olandır. Yani onların felaketleri, korkuları kullanarak kendilerine ayrıcalık sağlama, çevreyi, dünyayı sahiplenme arzularıdır. Bu koşulları değiştirmek isteyenlerin sorumluluğu ise bu bilme biçiminin - seküler olmayan, iktidar üzerinden oluşturulan bilimsel kapasitelerin- düpedüz ideolojik olduğunu göstermektir.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER