© Yeni Arayış

Selimiye Camii’nde tarih icat etmek

Öğrencilik yıllarımdan beri Türkiye’de yaşanan “restorasyon” projeleri felaketini izleyen bir kişi olarak bu karşılaşılan sorunun yalnızca yöneticilerin yanlış kararlarıyla, cehaletiyle falan açıklanabileceğini zannetmiyorum. Ortaya çıkan vakaların, bu süreklilik taşıyan meselenin aynı zamanda mimarlığın entelektüel alanındaki önemli bir soruna işaret ettiğini söyleyebilirim.

1985 yılından bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan ve dünyanın en büyük şehirsel sur varlığı Teodosius Surları “restorasyon” adı altında mahvedildi. Gene Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Süleymaniye semti hunharca yapılan yıkımlarla ve müdahale kararlarıyla geri dönülemez kayıplar yaşadı. Ülkenin gene en değerli kültür varlıklarından biri olan ve mücevher gibi korunması gereken Topkapı Sarayı’nda Mukaddes Emanetler, Haremağaları Koğuşları, Matbaayı-Amire gibi mekanlarında koruma kavramıyla hiç alakası olmayan uygulamalar yapıldı. Bunların hepsi ülkenin imkanları, kaynakları kullanılarak,  “restorasyon” adı altında keyfi uygulamalara sahne oldu.

Ülkenin eşi benzeri olmayan ve gene UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan anıt yapılarından biri, Edirne’deki Selimiye Camii de yaklaşık bir ay önce kubbesindeki “restorasyon” çalışmaları nedeniyle gündeme geldi.

Selimiye’nin 1700’lü yıllardan kalan kubbe bezemelerinin kazınarak yerine fotoğrafta gördüğünüz şekilde bir uygulama yapılması nedeniyle.

Meselenin ilginç tarafı bu son müdahale kararına yol açan bu projeyi koruma kurulu üç kere reddetmiş ve 2. Abdülhamit zamanında gerçekleşen restorasyondaki özelliklerin korunmasına karar vermiş. Ancak sonra ne olduysa olmuş, konuyu üç kez görüşüp reddeden koruma kurulu bu hayali ihya projesini aniden kabul edivermiş.

Kültür mirasını sahip çıkmayı “herkes” nasıl öğrenecek?

Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, projenin derhal durdurulmasını istedi ve “İhya mı, imha mı?” başlıklı bir yazı yazdı. X hesabında yaptığı paylaşımda “lütfen herkes 16. asır Türk mimarisine, büyük ustanın en büyük eserine sahip çıkmayı öğrensin. Sinan’ın eserleri her kulun hatta her toplumun kendi tekeline alıp harcayacağı miras değil” diyerek projeye tepki gösterdi.

Change.org’da da Selimiye Camii için imza kampanyası başlatıldı. Yazar Ahmet Ümit de, “Barbarlık yapma, Selimiye Camii’nin kubbesini bozma” paylaşımıyla bu ihya projesine tepki gösterdi.

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan, Mimar Sinan’ın ‘ustalık eserim’ diye adlandırdığı Selimiye Camisi’ndeki itirazlara konu olan bu müdahale için bir hukuk mücadelesi başladı, konu bir vatandaş tarafından mahkemeye taşındı. Bu girişimin sonucunda Bölge İdare Mahkemesi tarafından bir ay süreyle durdurma kararı verildi.

Peki Ortaylı’nın söylediği gibi kültür mirasını sahip çıkmayı “herkes” nasıl öğrenecek? Dünyada eşi benzeri bulunmayan, her biri döneminin bir mimarlık şahaseri olan anıtyapılar geri dönülemez bir biçimde tahrip edildikten sonra mı? Birer dünya mirası olan, eşi benzeri olmayan bu eserlerin harcanmaması nasıl sağlanacak?

Burada ilginç olan soru şu: Adı açıklanmayan bir “vatandaş” diye geçiyor, mahkemeye başvurup yürütmeyi durdurma kararı aldıran kişi. Koruma alanında bu kadar kurum ve kuruluş varken bunların uygulama aşamasına kadar neden sesleri çıkmıyor, ya da çıkıyormuş gibi olursa da neden hiç bir şey değişmiyor?

Hiç şüphesiz önemli bir anıtyapının nasıl korunacağının yalnızca mahkeme kararlarıyla belirlenmesi mümkün değil. Bir dünya mirası olan anıtyapı için müdahalenin, restorasyon projesinin nasıl yapılacağına dair kurallar, yöntemlerin bilinmesinin “neyin doğru, neyin yanlış” olduğunu tartışmaktan daha önce gelmesi gerektiğini düşünüyorum.

Koruma kavramı ve deneyimleri entelektüel düşüncenin bir direniş alanı

Günümüzde koruma kavramı modern mimarlığın (ve siyasal düşüncenin) sorgulayıcı eylemselliklerinin, hatta denebilir ki kapitalist düzendeki araçsal politikaların basmakalıp uygulamalarına karşı önemli bir direniş alanı.

Türkiye”de tanık olduğumuz keyfi uygulamalar geçmiş dönemlerden kalan insanlık mirasını, farklı uygarlık eserlerini anlamak, korumak amacıyla ortaya çıkmış olan restorasyon kavramı ve deneyimleri ile çelişiyor. Günümüzdeki “restorasyon” adı altında kamu eliyle yapılan ihya uygulamaları, kültürel miras alanını ele geçirmiş olan bu basmakalıp ihyacılık, geçmişçilik ideolojisi koruma kavramını tersine çevirmiş durumda.

Ayrıca her dönemlerin eklerinin, ayrı katmanlarının uluslararası koruma normlarına göre de bir değere sahip oldukları kabul ediliyor. Burada anıtyapının sanki tasarlanabilecek bir nesne olarak kabul görmesinde. Oysa yapıyla diyalog kurmak, anlamaya çalışmaktır, asıl koruma deneyimlerini, eylemselliklerini yönlendiren mesele.

Bugün yapılanların kültürel miras değerleriyle ilişki kuran, kavramaya çalışan deneysel bir çaba olan koruma kavramıyla hiçbir ilgisi yok. Bu şekilde “kültürel miras korunuyor” denerek çok değerli eserler yok ediliyor.

“Restorasyon” adı altında yaşanan felaketlerin her birinde yaşanan tipik sorun korunması gereken kültür varlıklarının iktidar gücüyle karar verme tekelini ele geçirmiş kişiler tarafından şekillendirilecek bir nesne gibi görülmesinde. Koruma adı altında hayali bir geçmiş yaratılmaya çalışılıyor. Burada kamu gücünü, imtiyazlarını, kariyer imkanlarını kullanarak fikir üretimi alanını felç eden bir şiddet var. Sonuçta koruma uygulamalarında kaybedilmiş hayali bir geçmişin arayışı, ya da yaratılması gibi depressif bir durum ortaya çıkıyor.

Bağımsız kuruluşların, kişilerin katılımı olmadan sorunu çözmek mümkün değil

Bilgi üretimi yöneticilerin ellerindeki basmakalıp teknik şartnameler ile sanki tanımlanabilirmiş ve parayla ölçülebilirmiş gibi önce ihale yapılıyor. Sonra yüklenicilere bağımlı olarak kamu imkanlarını, kuruluşların adını, kariyer imkanlarını kullanarak bir takım “uzmanlar” danışmanlık yapıyor. Yüklenici işi alıyor, sonra danışmanlar olarak ona bağımlı ve sorun çıkarmayacak insanlar görev alıyor. Dolayısıyla resmi patronaj ve altında yükleniciden ibaret karar vericiler. Yani ihale yapıldığında henüz müdahalenin nasıl yapılacağına kadar verilmiş değil. Oysa bilgi üretiminin, yani müdahalenin nasıl yapılacağına karar verilmesi bu şekildeki bağımlı ve kapalı uçlu süreçlerle gerçekleşmesi mümkün değil.

Sorun restorasyon işlerinin -tıpkı diğer kamu projeleri gibi- resmi kurumlar ile piyasa aktörleri arasındaki ilişkilerle yönetilmesi. Oysa Türkiye’de bu alanda deneyim sahibi, uluslararası koruma örgütleriyle ilişkili bir çok kuruluş bulunuyor. Örneğin koruma alanında kamuya yol gösterebilecek, yöntemler ve ilkeler konusunda uluslararası deneyim sahibi, UNESCO ile birlikte çalışan ICOMOS  (Dünya Anıtlar ve Sitler Konseyi) adlı örgütün yerel bir yapılanması var. Avrupa Birliği’nin siyasal organlarının işbirliği yaptığı Europa-Nostra’nın da  yerel bir dernek yapılanması bulunuyor.  Ayrıca onlarca üniversitede restorasyon eğitimi veriliyor. Peki bu kuruluşlardaki kişiler, kamu gücünü, kariyer imkanlarını kullanan kişiler ne yapıyor? Bu kuruluşlar aracılığıyla kendilerini mi temsil ediyor, yoksa kamusal nitelikli bir ilişkinin kurulması için mi çaba gösteriyor?

Öğrencilik yıllarımdan beri Türkiye’de yaşanan “restorasyon” projeleri felaketini izleyen bir kişi olarak bu karşılaşılan sorunun yalnızca yöneticilerin yanlış kararlarıyla, cehaletiyle falan açıklanabileceğini zannetmiyorum. Ortaya çıkan vakaların, bu süreklilik taşıyan meselenin aynı zamanda mimarlığın entelektüel alanındaki önemli bir soruna işaret ettiğini söyleyebilirim.

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER