© Yeni Arayış

CHP'nin olmadığı bir Türkiye, doğal kaynakları olmayan bir Rusya'dır

Eğer rejim, CHP’yi de tasfiye ederse… Eğer muhalefeti tümüyle susturmayı başarırsa… Bu topraklarda üç yüz yıllık modernleşme, yüz elli yıllık demokratikleşme serüveni, gözümüzün önünde sessizce sona erecek.

Türkiye'nin Rusyalaşmasının önündeki engel, Türkiye'nin Rusya gibi yer altı kaynaklarına sahip olmaması da değilse, nedir? CHP. Son direnç noktasıdır; çünkü Cumhuriyet Halk Partisi, bu yalnızca bir siyasal parti değil, aynı zamanda iktidarın keyfiliğini sınırlayan, toplumsal muhalefeti kurumsal bir çerçevede örgütleyebilen ve seçimli rekabetin tamamen ortadan kalkmasını engelleyen bir “direnç noktası”dır.

Oyunun son düzlüğüne geldik.

300 yıllık modernleşme, 150 yıllık demokratikleşme serüvenimizin son halkasındayız

Buradan sonra Türkiye ya, gücü eline geçirmiş ve değişme ihtimali çok zor bir otoriterliğin çıkılmazlığında yaşayacak ya da bu cendereden Demokratik bir ülke olarak çıkacak.

2016 sonrasında inşa edilen İkinci Cumhuriyet rejimi, iktidar ile devlet arasındaki kurumsal sınırların ortadan kaldırılması ve devletin tüm aygıtlarının iktidarın bir uzantısı hâline gelmesiyle birlikte, iktidarın kendi iradesine tabi bir kuvvetler birliği rejimi teşekkül ettirmiş; böylece onu sınırlayacak yahut dengeleyecek herhangi bir kurumsal mekanizma fiilen ortadan kalkmış ve iktidar keyfiliğe varan mutlak bir tasarruf yetkisine ulaşmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda Türkiye, iktidarın tüm devlet kapasitesi üzerinde tekel kurduğu, kuvvetler ayrılığı ve denge-denetim mekanizmalarının tasfiye edildiği, Rusya’daki modelle mukayese edilebilecek derecede konsolide bir otoriter rejim hâlini almıştır.

Öte yandan, Rusya’daki örneğe paralel olarak, Aydın Doğan sonrasında medyanın ticarî özerkliğini yitirip iktidarın ideolojik ve siyasal bir vurucu gücüne dönüşmesi, sivil topluma yönelik sistematik baskılar ve nihayetinde Ekrem İmamoğlu gibi seçim kazanmasına kesin gözüyle bakılan bir Cumhurbaşkanı adayının yargı yoluyla tasfiye edilmesi; Türkiye’yi de muhalefetin direnç kapasitesinin kırıldığı, kamusal alanın iktidar lehine tekelleştiği ve otoriter yapısallığın pekiştiği Rusya tipi bir rejim konumuna sürüklemiştir.

Ancak Türkiye'nin Rusya'dan tek bir farkı var.

Bu fark, tabii ki de Türkiye'nin Rusya gibi doğal kaynakları olmaması değil.

Türkiye’nin, Rusya veya İran kadar derinleşmiş bir otoriter rejime evrilemeyeceği iddiası —ki bu iddia genellikle “doğal kaynak bağımlılığı” argümanına dayandırılarak, Türkiye’nin bu tür kaynaklara sahip olmamasıyla gerekçelendirilir— kanaatimce ciddi bir yanılgı barındırmaktadır. Zira, nasıl ki petrol Arap otoriter rejimlerinin, doğalgaz ise Rusya’nın otoriter devlet kapasitesinin temel finansal dayanağı olmuşsa, Türkiye için de emlak sektörü benzer bir işlev görmektedir. Türkiye, özellikle emlak piyasasını yabancı yatırımcılara yönelik olarak bir tür “yerelleştirilmiş doğal kaynak” gibi kullanmakta; doğayı ve kentsel mekânları hızla tüketen bu modelle, topraklarını ve çevresini adeta doğal kaynak misali sermayeye tahvil etmektedir.

Emlak sektörü, özellikle 2000’li yıllardan itibaren yalnızca ekonomik büyümenin değil, aynı zamanda iktidarın siyasî iktisadının da merkezine yerleşmiş; böylelikle rejim, otoriter kapasitesini bu sektörden türeyen kaynaklarla besleyebilir hâle gelmiştir. Yabancılara konut satışları, kentsel dönüşüm projeleri ve mega altyapı yatırımları, Türkiye’nin doğal çevresini ve kent ekosistemlerini bir “rant rezervuarı”na dönüştürerek rejime süreklilik sağlayacak mali kaynaklar yaratmıştır. Bu bağlamda emlak, Türkiye için adeta bir doğal kaynak ikamesi işlevi görerek, iktidarın ekonomik ve siyasî hegemonya tesisinde merkezi bir enstrümana dönüşmüştür.

Nitekim, ekolojik ve toplumsal yıkıma yol açacağı aşikâr olan Kanal İstanbul gibi mega projeler, yalnızca doğayı tahrip eden birer girişim değil; aynı zamanda iktidarın, muhalefetin merkezi figürlerinden biri olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı yargı yoluyla tasfiye etmeye yönelik siyasî hamlelerinin maliyetini dahi karşılayabilecek derecede yüksek rant üretme kapasitesine sahiptir. Dolayısıyla Türkiye’nin otoriterleşme sürecinde doğal kaynakların yokluğu bir engel teşkil etmemekte; aksine, kentsel ve çevresel alanların ‘emlaklaştırılması’ yoluyla inşa edilmiş bir rant ekonomisi üzerinden sürdürülen ve iktidarın ekonomik kapasitesini tahkim eden özgün bir model ortaya çıkmaktadır.

Sonuç olarak Türkiye, doğal kaynaklarının sınırlılığına rağmen, kentsel mekânlarını ve çevresini sermayeye tahvil ederek otoriterliğini finanse edebilen; bu yolla, Rusya ve İran’daki kaynak-bağımlı otoriter modellerle mukayese edilebilir bir rejim biçimini kendine özgü araçlarla yeniden üretmiştir.

Eğer rejim, CHP’yi de tasfiye ederse… Eğer muhalefeti tümüyle susturmayı başarırsa… Bu topraklarda üç yüz yıllık modernleşme, yüz elli yıllık demokratikleşme serüveni, gözümüzün önünde sessizce sona erecek. Ve Türkiye, büyük ihtimalle bir daha geri dönülmesi çok zor olan bir karanlığın içine düşecek.

Peki, Türkiye'nin Rusyalaşmasının önündeki engel, Türkiye'nin Rusya gibi yer altı kaynaklarına sahip olmaması da değilse, nedir?

CHP.

Rusya'da CHP gibi bir örgütlü kurumsal muhalefet yok.

CHP, rejime karşı direnen son direnç noktası ve son kurumdur.

Son direnç noktasıdır; çünkü Cumhuriyet Halk Partisi, bu yalnızca bir siyasal parti değil, aynı zamanda iktidarın keyfiliğini sınırlayan, toplumsal muhalefeti kurumsal bir çerçevede örgütleyebilen ve seçimli rekabetin tamamen ortadan kalkmasını engelleyen bir “direnç noktası”dır.

Rusya örneğinde gördüğümüz üzere, muhalefet partilerinin ya kapatılması, ya işlevsizleştirilmesi, ya da iktidarın gölgesine çekilmesiyle birlikte; rejim tamamen kapalı ve rekabetsiz bir otoriter yapıya evrilmiştir. Bugün Rusya’da toplumsal hoşnutsuzluklar birikse bile, bunları meşru siyasal kanallar üzerinden ifade edebilecek, kitlesel mobilizasyon yaratabilecek kurumsal bir aktör kalmamıştır.

Buna karşılık, Türkiye’de muhalif kitleler hâlen Cumhuriyet Halk Partisi çatısı altında örgütlenerek siyasal öznelliklerini kurumsal bir çerçevede ifade edebilmekte ve böylece bir değişim ihtimalinin toplumsal tahayyülde canlı tutulmasına imkân sağlamaktadır. CHP’nin siyasal varlığı, yalnızca seçmen kitlesine değil, aynı zamanda iktidara da yönelmiş bir mesaj taşır: iktidarın, kendi mutlakiyet iddiasının sınırlarını toplumsal meşruiyet kaygısıyla yeniden düşünmesine ve potansiyel bir siyasal kriz veya iktidar kaybı olasılığını hesap ederek hareket etmesine yol açar. Böylece CHP, yalnızca muhalefetin kurumsal taşıyıcısı değil, aynı zamanda iktidarın keyfilik kapasitesini sınırlayan ve rejimin kendi iç meşruiyet krizleriyle yüzleşmesini mümkün kılan bir denge mekanizması olarak işlev görmektedir.

Rusya’da rejim, yalnızca siyasal kurumların değil, kamusal alanın da tamamen iktidar tarafından kolonize edilmesiyle tanımlanır. Türkiye’de ise kamusal alan hâlâ, iktidarın dışında kalan, ona itiraz eden ve alternatif söylemler üretebilen bir potansiyele sahiptir. İşte bu potansiyelin kurumsal zemini CHP’dir. CHP’nin ortadan kalkması veya işlevsizleşmesi durumunda, Türkiye’de kamusal alanın parçalanması ve muhalefetin yalnızca bireysel, dağınık ve kriminalize biçimde varlığını sürdürmesi kaçınılmaz hale gelecektir.

mutlak tahakkümü altında işleyen bir devlet aygıtı ve onun karşısında siyasal öznelliği törpülenmiş, sessizleştirilmiş, örgütsüzleştirilmiş ve marjinalleştirilmiş bir toplum olacaktır. Böyle bir durumda, siyasal alanın tümüyle iktidarın hegemonyası altında kolonize edildiği, meşru itiraz kanallarının kapandığı ve kamusal alanın işlevsizleştiği bir kapalı otoriterlik biçimi zuhur eder; yani geriye kalan, esasen Rusya’nın mevcut siyasal düzenine tekabül eden bir yapı olacaktır.

Türkiye’de ise Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsal varlığını sürdürmesi, yalnızca muhalefetin sembolik temsili açısından değil, siyasal rekabetin asgari düzeyde de olsa korunması ve toplumsal öznelliğin kolektif biçimde ifade bulması açısından da belirleyicidir. CHP’nin örgütsel mevcudiyeti, Türkiye’de —Rusya’dakinin aksine— iktidarın mutlakiyet iddiasını sınırlandıran, rejime karşı direnç kapasitesini canlı tutan ve değişim ihtimaline dair toplumsal tahayyülü diri tutan temel dinamiklerden biri olarak işlev görmektedir.

İşte bütün bu olguların ortasında, 19 Mart’la birlikte çıplak bir gerçek açığa çıktı: Türkiye’de muhalefet, kökünden tasfiye edilmek isteniyor.

İmamoğlu’nun tutuklanma girişimi, CHP’li belediyelere yönelen sistematik operasyonlar, partiyi topyekûn ilga etmeye dönük “mutlak butlan” davası, Fatih Altaylı gibi gazetecilerin hapse atılması… Tüm bunlar tesadüf değil, birbirinden kopuk hiç değil. Belli ki hedef, Türkiye’yi Rusya’ya dönüştürmek: direnç noktaları tamamen sökülmüş, nefessiz bırakılmış, itirazın yalnızca fısıltıya dönüştüğü bir hegemonik otoriter rejim.

O yüzden bu, “son oyun.”

Eğer rejim, CHP’yi de tasfiye ederse… Eğer muhalefeti tümüyle susturmayı başarırsa… Bu topraklarda üç yüz yıllık modernleşme, yüz elli yıllık demokratikleşme serüveni, gözümüzün önünde sessizce sona erecek. Ve Türkiye, büyük ihtimalle bir daha geri dönülmesi çok zor olan bir karanlığın içine düşecek.

Çünkü 2002’den bu yana önüne çıkan her engeli tasfiye eden iktidarın hâlâ tasfiye edemediği tek şey, CHP’nin temsil ettiği o dirençtir.

Ve şimdi herkesin kendine sorması gereken bir soru var:

Türkiye’nin “son oyununu” kaybetmek istemeyen, bu ülkenin geri dönülmez bir otoriterliğe savrulmasını istemeyen herkes, son kalan kaleyi savunacak mı?

Çünkü o kale düşerse, geriye yalnızca sessizlik kalır.

Ve bu ülkenin hikâyesi, son cümlesi yazılmış bir hikâye olur.

Yazımı, Üstat Çetin Altan'ın son yazısından referans ile bitirmek istiyorum:

Yaralı bir devi ayaklarının üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki gibi “sihirli kedinin çizmelerini” giyerek amacına doğru uçarak gidecek.

Biz torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakamıyoruz.

Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken “torunlarımıza istediğimiz ülkeyi bırakıyoruz” deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz.

Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin.

Amacınıza ulaşamazsanız da, bu amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz.

Bu da az şey değildir. Buruk da olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.

O tebessümlerin çoğalması da elbet bir gün kurtarır bu ülkeyi.

Enseyi karartmayın.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER