© Yeni Arayış

Bir dil, bir dişe niye değer?

Özer’in, “Çaldıran’da birlikte mücadele etmişiz” vurgusu, bir olgunun değil; bir geleneğin anımsatılmasıdır. Özer, anımsattığı geleneğin arkasında koskoca bir katliam olduğunu; o katliamdan beri Yavuz’un ve Bitlisi’nin hep lanetle anıldığını bilmiyor olamaz. Beklenirdi ki Ahmet Özer, yeni bir tarih yazım sürecinin başlangıcında “ümmet işbirliği”nin arkasındaki Alevi katliamını da anımsatsın ve “demokratik bir devletin ırkı, dini, ideolojisi olmaz” diyebilsin.

Diş ağrıdığı için… Çünkü dil, ağrıyan dişe değer. burada da öyle oldu.

Ahmet Özer, bir konuşmasında, Türklerin ve Kürtlerin kadim birlikteliğinin örneği olarak Çaldıran’daki işbirliğini gösterince, bizim dişimiz sızladı.

O kadar ki hepimiz derin bir “feryat” ettik.

Feryadımız kendisine ulaşınca “öyle demedim” diyerek, düzeltme yoluna gitti.

Ne demiş peki?

Tam olarak ne dediğine bakalım ki haksızlığa uğramışların haksızlık yapmasının da önüne geçelim.

“1514 yılında Çaldıran’da birlikte mücadele etmişiz”.

Yalan mı?

Değil ama eksik. Çünkü Çaldıran’da “birlikte mücadele” edenler, Anadolu Türkmenleri ile Mezopotamya’nın Kürtleri değil, Yavuz’un Osmanlısı ile İdris-i Bitlisi’nin “ikna” ettiği aşiretlerinin “kör hırsı”dır.

ALEVİ VE BEKTAŞİLERİN GÖNÜL KIRIKLIĞININ MÜSEBBİBİ KİM?

Doğaldır ki Özer’in kurduğu bu cümle, Alevi ve Bektaşilerin gönüllerini kırdı; Özer ile aynı partide siyaset yapan beni ise hayal kırıklığına uğrattı.

Benim kırıklığım, Özer’in anımsattığı tarihi gerçeğe değil; tarihi gerçeğin bir kısmını anımsatıp, diğer kısmına değinmemiş olmasına…

Nedir diğer kısmı?

Bilindiği gibi Çaldıran, Selim’in “yavuz”luğu ile İsmail’in “şah”­lığının çağının simgesidir. Selim’in “yavuz”luğu, İsmail’e değildir. İsmail ile sabahtan akşama kadar süren bir savaş yapmış; akşam olunca İsmail’in ordusu, aldığı kayıpların da etkisiyle çekilmiş, Yavuz’un ordusu ise “İsmail, bilinen Türk taktiğini uyguluyor” diye peşinden gitmemiş ve savaş orada bitmiştir. Resmi tarihin anlata anlata bitiremediği Çaldıran “Zaferi” bundan ibarettir.

Özer, anımsamamış yahut anımsatmaktan imtina etmiş ama hepimiz biliriz ki Yavuz, Çaldıran’a gitmeden önce Anadolu Alevi ve Bektaşilerine “yavuzluk” yapar. Belgelere göre deftere kaydettiği 70 bin Alevinin 40 binini kılıçtan geçirdikten sonra Çaldıran’a hareket eder. Giderken de elinin eriştiği her Alevi yerleşim merkezini yerle bir eder. Ve o yara hala kanamaktadır.

Neden mi?

 “İç cephe”yi sağlama almak amacıyla zihinleri ve yürekleri İsmail ile atan Türkmenleri etkisizleştirmek için katliama başvurmak, Çaldıran’ı anımsamanın yanında, sözü edilmeye değmez bir sorun mudur?

“İç cephe”de bir sorun mu vardı?

Sorun, esasen, padişah olmak için babasını dahi zehirleyen Yavuz’un kendi tebaasına karşı zalimce davranacak kadar gözünü hırs bürümüş olmasındadır. O kadar kararmıştır ki Yavuz’un gözleri, Şah İsmail’in vermeyi reddettiği ayrıcalıkları İdris-i Bitlisi’ye vermekten çekinmemiş; o da Yavuz’dan aldığı ayrıcalıklara karşılık olarak Alevi katliamını teşvik etmişti.

Bu iki ismin işbirliğini “ümmetçilik” üzerinden övenlerin pek çoğunun tarih bilmiyor olması yahut Numan Kurtulmuş örneğinde olduğu gibi tutunduğu konumu nedeniyle gerçeği görmezden geliyor olması anlaşılabilir.

Ahmet Özer’in yaklaşımıysa kabul edilemez; hayal kırıklıkları da bu noktada oluşmuş durumdadır.

ÇALDIRAN’I ANIMSAMAK İÇİN 40 BİN KİŞİNİN KATLİ GÖRMEZDEN GELİNEBİLİR Mİ?

Özer, “kent uzlaşısı” politikasının sonucu olarak Esenyurt Belediye Başkanı olmuştu. CHP’li başkanlara yönelik kayyım uygulaması onunla başlamıştı. Onun için sokağa çıktık hepimiz; çünkü o en Kürt’ünden en Türk’üne geniş bir seçmen kitlesinin belleklerinin kesişim kümesinde yer alan biri olarak yer etmişti.

Sonra “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” ile yıllardır sürüncemede olan Kürt sorununun çözümüne ilişkin ve küresel güçlerin dikte ettiği izlenime sahip olduğum adımlar atıldı ve Özer’in “içeride” tutulmasının gerekçesi ortadan kalktı.

İyi ki de kalktı!

Bir kimsenin siyasal düşüncesinden, ideolojik duruşundan, dini inancından ötürü, ötekileştirilmesi, ayrımcılığa uğraması ve hele hele hapsedilmesi asla kabul edilemez. Üstelik Ahmet Özer gibi topluma mal olmuş birinin “sudan bahaneler” ile görevden alınması, hapsedilmesi ve yerine kayyım atanması, toplumsal vicdanı yaralar nitelikte bir edimdir. İktidarın bu edimine karşı hepimiz, hep birlikte vicdanlarımızın gereği de olarak protesto etme hakkımızı kullandık.

Kendisine destek veren biri olarak soru sorma hakkına da sahibim.

Özer şöyle demişti bir yazısında:

“Demokratik bir devletin ırkı, dini, ideolojisi olmaz. Olursa kendi vatandaşlarını kendi eliyle bölmüş, aralarına nifak sokmuş, niza çıkarmaya davet etmiş olur. Hangi akıllı devlet bunu yapar, ya da devlet aklı böyle bir akılsızlığı reva görür mü kendine?”

Görmez; görmemeli!

Bu satırları yazan birinin, devlete egemen olanları ikna etmek için arka planında tarihin gördüğü en kanlı katliam olan Çaldıran Savaşı öncesi yapılan “ümmet” işbirliğine atıfta bulunması, yalnızca bir çelişki değil, aynı zamanda kabul edilemez bir gaftır.

Özer’in, “Çaldıran’da birlikte mücadele etmişiz” vurgusu, bir olgunun değil; bir geleneğin anımsatılmasıdır. Özer, anımsattığı geleneğin arkasında koskoca bir katliam olduğunu; o katliamdan beri Yavuz’un ve Bitlisi’nin hep lanetle anıldığını bilmiyor olamaz.

Beklenirdi ki Ahmet Özer, yeni bir tarih yazım sürecinin başlangıcında “ümmet işbirliği”nin arkasındaki Alevi katliamını da anımsatsın ve “demokratik bir devletin ırkı, dini, ideolojisi olmaz” diyebilsin.

Coğrafyamızın kadim halkları olan Kürtlerin ve Türklerin demokratik bir devlet çatısı altında bir araya gelebilmeleri, elbette önemlidir ama en az bunun kadar bir “ümmet işbirliği” sonucu Anadolu Türkmenlerine yönelik katliamına ilişkin de bir özür borcuna gerek vardır.

Özer’in dili, Anadolu Alevi ve Bektaşilerinin ağrıyan dişine değmiştir; ihtiyaç, bu ağrının giderilmesidir.

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER