Almanya’nın kâbusu: Neofaşist bir başbakan mümkün mü?
DIŞ POLİTİKABu hesaplaşmanın sonucu yalnızca Almanya’yı değil bütün Avrupa'da demokrasinin geleceğini belirleyecek. "Kulağımızın üzerine yatarız, her şey kendiliğinden düzelir" dönemi sona erdi. Büyük vatan şairi Nazım Hikmet'in ifadesiyle, "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?" Artık "yanma" zamanı...
Bahsettiğim ankete yansıyan beklentiler, "AfD’li başbakan" ihtimalinin gerçek bir olasılığa dönüştüğünü gösteriyor. Hemen ardından şu soru geliyor: Bu süreç neonazilerin Almanya’yı bir kaosa ya da iç savaşa sürüklemesine yol açar mı? Şimdilik bu soruya "hayır" yanıtını verebilirim. Çünkü, Almanya’nın kurumsal yapısı, anayasal düzeni ve sivil toplumu öylesine güçlü ki, bir kaos ya da iç savaş ihtimali bugün için pek mümkün görünmüyor.
Almanya’da gün geçmiyor ki ilginç bir anket gelmesin. Anketler, ülke siyasetinin giderek tehlikeli dönemece yaklaştığına işaret ediyor. Örneğin, geçen gün rastladığım ve üzerinde aslında çokça konuşulması gereken bir ankete göre, halkın neredeyse yarısı önümüzdeki yıllarda en az bir eyalette neonazi partisi Almanya için Alternatif üyesi (AfD) bir başbakanın göreve geleceğini düşünüyor. Normalleştirmişler bu durumu yani. Dahası, ciddi bir kesim de yakın gelecekte AfD’nin federal düzeyde en güçlü parti olacağına inanıyor. Bu anketi yalnızca bir kamuoyu yoklaması olarak görmek büyük bir hata olur. Anketi, Almanya’nın geleceğe dair korkularını, endişelerini ve kutuplaşmasını yansıtan bir ayna olarak da değerlendirmek gerekiyor.
Bu kapsamda öncelikle şunu kabul etmek lazım: AfD artık sadece doğunun taşra kasabalarında yüksek oy alan bir "protesto partisi" değil. Seçmen tabanı oturmuş bir ideolojisi partisi AfD. "Almanya'da böyledir. Zaman zaman aşırı sağ güçlenir ve sonra modası geçer, hızla sönümlenir" diye üst perdeden atıp tutan güya bazı siyaset uzmanları bu kısmı ıskalıyorlar sanıyorum. AfD'nin artık geleneksel siyaset enstrümanlarından bunalanların oy verdiği bir protesto partisi olmadığını, seçmenlerinin sandığa ideolojik bir tutumla gittikleri meselesini yani. Neonazi partisi bu yıl içine yapılan son seçimde yüzde 20 ile tarihindeki en yüksek oy oranına ulaşarak ana muhalefet oldu. Seçimde ipi muhafazakârlar göğüsledi ama AfD, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin en güçlü aşırı sağcı sonucu ile ikinci sırayı aldı. Hangisi daha önemli acaba? Yani mesele ciddiye alınmalı. AfD’nin bugün iktidara yürüyen bir parti olduğu çok açık. Peki bu, Almanya’nın neonaziler tarafından bir kaosa sürükleneceği anlamına mı geliyor?
Demokrasiye Karşı Demokrasi Silahı
Meseleyi biraz daha derinlemesine incelemek gerekirse, AfD’nin başarısının sırrı, radikalleştikçe güç kaybetmek yerine, toplumsal öfkeyi daha da mobilize edebilmesi. Bu önemli. Göçmen karşıtlığı, "elit düşmanlığı", AB ve "Brüksel bürokrasisi"ne karşı bıkmadan tekrarladıkları nefret söylemleri özellikle doğu eyaletlerinde yankı buluyor. İşsizlik, güvencesizlik ve doğu eyaletlerindeki vatandaşların ideolojik tutumlarını şekillendiren "ikinci sınıf vatandaş" duygusu neonazilerin en güçlü besin kaynakları. Ama asıl tehlike başka yerden uç veriyor. AfD, demokratik sistemin içinde kalarak demokrasiyi aşındırıyor. Bu, Polonya'da aşırı sağcı PiS'in, Macaristan'da Orban'ın Fidesz'inin ve hatta İtalya'nın neofaşisti Giorgia Meloni'nin izlediği yolla birebir aynı. Seçimle geliyorlar ama seçimden sonra sistemi kendilerine göre yeniden dizayn ediyorlar. Ancak bir kişi de çıkıp, "Kardeşim faşizm insanlık suçudur. Bunlara demokrasiyi kullandırmayın" demiyor. Faşistlerin iktidar yolcuğunda bana
en ilginç gelen şey de bu zaten. Sistemler, demokrasilerin faşistlere karşı kendisini savunmakta kullanacağı aparatları, bizzat faşistlerin kendisinden önce felç ediyor. Faşistler de sistem tarafından açılan bu otobanda rahat bir şekilde iktidar yolculuğuna devam ediyor.
Almanya'da "Brandmauer" gerçekten sağlam mı?
Alman siyasetinde bu aralar çok sık duyulan bir kavram var: "Brandmauer" — yani "yangın duvarı." Geleneksel siyaset partileri için bu kavram, faşistler ile işbirliğine çekilmiş bir görünmez duvarı simgeliyor. Bugün için bu duvar hâlâ ayakta gibi görünüyor ama ne kadar sağlam? Önemli bir soru bu kanımca. Zira, tarih bize gösteriyor ki, bu türden duvarlar siyasi çıkar uğruna kolayca delinebiliyor ve yıkılabiliyor. Örneğin, merkez sağ, iktidar hesabıyla zaman zaman flört etmeye başladığında, aşırı sağın
normalleşmesi hızlanıyor. Muhafazakâr CDU'nun lideri Friedrich Merz’in son dönemde göçmen
politikalarında AfD’nin söylemine yaklaşması, aslında bu tehlikenin işaret fişeği gibi. The Guardian gazetesinde yer alan bir analiz yazısında bu durum şöyle özetlenmişti: "Almanya bölünmüş bir ülke; ancak partiler şimdilik AfD ile işbirliğini reddediyor. Sorun şu ki, bu reddin sonsuza kadar süreceğinin garantisi yok." Aynen öyle. Hele CDU'nun doğudaki eyalet örgütlerinin sık sık AfD ile ortak hareket etmeye başladığını düşünürsek, bunun ulusal çapta gerçekleşmesinin önünde bir engel görmüyorum.
Kaos mu sessiz bir erozyon mu?
Yazının konusu olan, sonuçlarından girişte bahsettiğim ankete yansıyan beklentiler, "AfD’li başbakan" ihtimalinin gerçek bir olasılığa dönüştüğünü gösteriyor. Hemen ardından şu soru geliyor: Bu süreç neonazilerin Almanya’yı bir kaosa ya da iç savaşa sürüklemesine yol açar mı? Şimdilik bu soruya "hayır" yanıtını verebilirim. Çünkü, Almanya’nın kurumsal yapısı, anayasal düzeni ve sivil toplumu öylesine güçlü ki, bir kaos ya da iç savaş ihtimali bugün için pek mümkün görünmüyor. İç istihbarattan sorumlu Federal Anayasa Koruma Teşkilatı’nın AfD’yi "aşırı sağcı eğilimleri teyit edilmiş parti" olarak sınıflandırması da aslında devletin reflekslerinin hâlâ çalıştığını gösteriyor ama yukarıda da belirttiğim gibi tehlike başka bir noktadan sızıyor demokrasiye. Sessiz, yavaş ve sinsi bir erozyon bu. İç savaşla değil demokrasiyi içeriden çürüten bir süreçle karşı karşıya kalınabilir. AfD'nin sokaktaki şiddet yanlısı unsurları toplumu germek için yeterli. Ama daha büyük tehdit nedir? Bu kötülük odağı partinin parlamentoları ve kamuoyunu zehirleyerek, demokratik standartları aşağı çekmesi... Almanya, böyle bir pozisyondan zehirlenmeden çıkamaz ve büyük bedeller ödemek zorunda kalabilir. Çünkü karşımızda ülkenin var olan, tüm organik dinamiklerini baştan aşağı değiştirmekten bahseden bir siyasi yapı var. Alman demokrasisinin -eğer kendisini savunamazsa- bu saldırıdan sağ çıkma ihtimalinin zayıf olduğuna inanıyorum.
Sonuç olarak, Almanya’da olup bitenleri yalnızca Berlin'e bakarak anlamaya çalışmak keskin bir hata olur. Polonya’da PiS yıllarca kamu yayıncılığını propaganda makinesine dönüştürdü. Macaristan’da Orban, yargıyı ve medyayı tekeline aldı. İtalya’da Meloni, faşist kökenli bir partiyi iktidar ortağı yapmayı başardı. Şimdi aynı soru Almanya için geçerli: AfD’nin yükselişi, Avrupa'da zaten güçlenen sağ-popülist dalganın yeni halkası mı olacak? Eğer o meşhur duvar çökerse, evet. Aslında mesele son derece basit: Almanya, önümüzdeki yıllarda ya demokrasiyi korumak için merkez partilerin cesur ve
tutarlı politikalarına tanık olacak ya da AfD’nin gündem belirleyen bir güç olarak siyaseti sağa kaydırmasına izin verilecek. İç savaş ya da kaos korkuları fazla abartılı olabilir ama demokrasi için alarm zilleri çoktan çalıyor.
Peki AfD’nin önüne hangi politikalarla set çekilecek? Yalnızca "onlarla asla koalisyon yapmayacağız" demek yeterli mi? İnsanların korkularını, kaygılarını, toplumsal eşitsizliklerini gideremeyen bir siyaset, aşırı sağın değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramayacaktır elbette. Almanya'nın birçok insanın dillendirmekten çekindiği, o bilindik tarihi bir kez daha kapıya dayandı ama bu kez mesele, toplama kampları, gaz odaları, fırınlar falan değil. Mesele, sandıklarda demokrasiyle hesaplaşma... Bu hesaplaşmanın sonucu yalnızca Almanya’yı değil bütün Avrupa'da demokrasinin geleceğini belirleyecek. "Kulağımızın üzerine yatarız, her şey kendiliğinden düzelir" dönemi sona erdi. Büyük vatan şairi Nazım Hikmet'in ifadesiyle, "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?" Artık "yanma" zamanı...
İlginizi Çekebilir