© Yeni Arayış

Almanya- İsrail ilişkileri ve kültür sanat alanında ifade özgürlüğü (1)

Almanya, tarihsel yükümlülüğü adına İsrail’e yönelik her türlü eleştiriyi bastıran bir “antisemitizm” söylemini araçsallaştırmaktadır.

Almanya, tarihsel yükümlülüğü adına İsrail’e yönelik her türlü eleştiriyi bastıran bir “antisemitizm” söylemini araçsallaştırmaktadır. Bu tutumun gerçek antisemitizmle mücadeleyi de sekteye uğrattığı dile getiriliyor. Bu ortamda, İsrail’in Filistinlilere yönelik muamelesini “apartheid” veya “sömürgecilik” kavramlarıyla tartışmaya açmak neredeyse tabu haline gelmekte, antisemitizm suçlaması bir “susturma silahı” olarak kullanılabilmektedir.

Türkçe’de devlet aklı olarak geçen “Staatsräson” terimi, bir devletin varoluşsal çıkarlarını ve en yüksek önceliklerini tanımlar. Almanya bağlamında bu terim, Holokost’un mirası nedeniyle özellikle İsrail’in güvenliğiyle özdeşleşmiştir. Angela Merkel, Mart 2008’de İsrail parlamentosu Knesset’te yaptığı konuşmada bunu açıkça dile getirmişti. Merkel konuşmasında, Almanya’nın İsrail’in güvenliğine yönelik tarihsel sorumluluğunun ülkesinin Staatsräson’unun parçası olduğunu, yani İsrail’in güvenliğinin “müzakere edilemez” olduğunu vurgulamıştı. Nitekim Merkel’in halefi Olaf Scholz da Ekim 2023’te benzer bir ifadeyle “İsrail’in güvenliği, Alman devlet aklının bir parçasıdır” diyerek bu sürekliliği teyit etmişti.

Almanya’nın bu yaklaşımı, bugüne kadar İsrail ile neredeyse koşulsuz bir dayanışma olarak yorumlanmıştır. Resmi söylemde bu dayanışma, İsrail’e yönelik varoluşsal tehditleri Almanya’nın kendi temel çıkarlarına tehdit gibi görmeyi içerir. Ancak bu devlet aklı vurgusu, beraberinde bir soruyu getirmektedir: Bu özel ilişki ve yükümlülük, Almanya içinde İsrail’e yönelik eleştirileri veya Filistin’e destek ifadelerini nasıl etkilemektedir?

Almanya’da Filistin yanlısı söylemler veya İsrail hükümet politikalarına yönelik eleştiriler sıkça antisemitizm suçlamaları ile karşı karşıya kalmaktadır. Şüphesiz ki antisemitizm, Almanya’da tarihsel nedenlerle son derece hassasiyetle mücadele edilen bir olgudur. Ancak sorun İsrail’e yönelik siyasi eleştiriler ile antisemitizmin sınırlarının bulanıklaşması noktasında ortaya çıkmaktadır. Özellikle 2010’lardan bu yana, İsrail’in politikalarını kınayan veya Filistin’e destek veren entelektüeller, sanatçılar kolayca “antisemitik” damgası yiyebilmekte, Almanya’nın İsrail’i koruma refleksi, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalara yol açmaktadır.

Bu eğilimin kurumsal bir çerçeve kazandığı en önemli örnek, Alman Federal Meclisi’nin Mayıs 2019’da aldığı karardır. 2019 tarihli parlamento kararı, Filistin sivil toplumunun çağrısıyla küresel bir boykot hareketi olarak başlayan BDS (Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar) hareketini açıkça kınamış ve BDS’yi antisemitik yöntemler kullanmakla eş tuttuğunu ilan etmiştir. Tüm büyük partilerin desteğiyle kabul edilen bu bağlayıcı olmayan karar, Alman hükümetine ve kamu kurumlarına, İsrail’i boykot çağrısı yapan hiçbir projeye mali destek vermeme çağrısında bulunmuştur. Kararda özellikle, kamusal mekânların ve fonların BDS’i destekleyen kişi ya da gruplara tahsis edilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Federal Meclis, BDS’nin kullandığı “İsrail mallarını satın almayın” gibi sloganların Nazi dönemindeki “Yahudilerden alışveriş yapmayın” boykot çağrısını anımsattığını belirterek bu hareketi tarihin en karanlık antisemitik eylemleriyle ilişkilendirmiştir.

Bu parlamenter girişim güçlü bir siyasi işaret olarak kabul edildi ve Almanya’da BDS’ye karşı sert bir resmi tutum benimsendi. Sonuç olarak birçok yerel yönetim, kültürel kurum ve üniversite, BDS’ye destek veren kişi ve etkinliklere karşı mesafeli hatta yasaklayıcı politikalar uygulamaya başladı. Örneğin Münih Belediye Meclisi daha 2017’de, kente ait mekânlarda BDS yanlısı etkinliklere izin verilmemesine yönelik bir karar almıştı. Berlin, Hamburg gibi şehirlerde de benzeri yasaklar gündeme geldi. Bu kararlar, pratikte Filistin yanlısı seslerin kamusal alanlardan dışlanmasına yol açtı ve “fiili sansür” olarak nitelendirildi. Nitekim 2020’lerde pek çok vakada, bir konuşmacının ya da sanatçının yalnızca geçmişte İsrail’i eleştiren bir bildiriye imza atmış olması veya BDS’ye sempati duyması, davetinin iptal edilmesi için yeterli görüldü. Almanya’da artık kamusal etkinliklere katılmak isteyen kişilerden İsrail-Filistin konusunda “doğru” pozisyona sahip olmaları adeta bekleniyor; aksi halde etkinliklerinin düzenlenmesi riskli hale gelebiliyor.

Almanya, tarihsel yükümlülüğü adına İsrail’e yönelik her türlü eleştiriyi bastıran bir “antisemitizm” söylemini araçsallaştırmaktadır. Bu tutumun gerçek antisemitizmle mücadeleyi de sekteye uğrattığı dile getiriliyor. Bu ortamda, İsrail’in Filistinlilere yönelik muamelesini “apartheid” veya “sömürgecilik” kavramlarıyla tartışmaya açmak neredeyse tabu haline gelmekte, antisemitizm suçlaması bir “susturma silahı” olarak kullanılabilmektedir.

Almanya’daki siyasi ve toplumsal çoğunluk, bu kısıtlayıcı tutumu büyük ölçüde destekliyor. Özellikle Yahudi cemaatinin ana kurumları ve pek çok siyasetçi, BDS ve benzeri hareketlerin İsrail’in meşruiyetini hedef alan antisemitik boykotlar olduğunu düşünüyor. Bu kesime göre Almanya, İsrail’in güvenliği konusunda “sıfır tolerans” ilkesini iç politikada da uygulamalı; kamusal kaynaklar, antisemitik olarak görülen faaliyetlere asla olanak tanımamalıdır. Almanya Yahudileri Merkez Konseyi gibi kuruluşlar, BDS’ye hoşgörü gösterilmesini Yahudi düşmanlığına prim vermek olarak yorumluyor. Dolayısıyla Filistin yanlısı organizasyonlar ve faaliyetler, yalnız sağ popülist kesimlerce değil, anaakım siyasette de sıklıkla tepkiyle karşılaşıyor.

Önümüzdeki yazıların konusu Almanya’daki bu genel çerçevenin kültür ve sanat alanında somut olarak nasıl tezahür ettiği olacak ve ifade özgürlüğü tartışmalarının nasıl şekillendiği örnek olaylar üzerinden ele alınacak.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER