Belki de Austen’in “var olmayanı” anlatma gücü, onun hikâyelerinin bizi hâlâ mahvetmesinin değil, hayata tutku ve anlam katmasının sırrı. Schubert’in Fantezi’sinin melankolik notaları eşliğinde, modern dünyada da, tıpkı modern öncesi zamanlarda olduğu gibi, naif bir umudun peşinden koşmanın değeri azalmıyor.
Dünyanın yaklaşık 50 bin yıl önce son buzul çağından çıktığını ve bugün bildiğimiz medeniyetin bu 50 bin yıla sığdığını biliyoruz. Bu 50 bin yılın son 200 yılı ise baş döndürücü bir hızla geçti. İnsanlık, üretim araçlarındaki dönüşümle birlikte ortaya koyduğu buluşlarla sağlıktan ulaşıma, güvenlikten haberleşmeye kadar tüm ihtiyaçlarını geçmişte olmayan şekillerde karşılamayı başardı. Aydınlanma, Sanayi Devrimi ve kapitalizmin kökleşmesi olarak tanımlayacağımız bu dönem, insanlığın duygu dünyasında da yeni kapıların açılmasını sağladı demek.
1817’de, yani bundan 208 yıl önce, 42 yaşında ölen Jane Austen, bütün bu değişimin neredeyse şafağında yaşamış olmasına ve erken bir yaşta hayata veda etmesine rağmen adını unutulmazlar arasına yazdırmayı başardı.
Austen’in üzerinden kurgulanan filmin adı Jane Austen Hayatımı Mahvetti.
Paris’te bir kitapçıda çalışan, Jane Austen hayranı, edebiyat sever genç bir kadının merkezinde olduğu hikâye, ölümünden 200 yıl sonra bile Austen’in etkisinin devam ettiğini gösteriyor.
Austen’in dönüşen bir dünyaya katkısı, “o zamana kadar yalnızca erkeklerin anlattığı hikâyeleri bir kadının gözünden anlatmasıydı”. Genç kitapçı, aynı zamanda edebiyat profesörü olan Austen’in beş göbek yeğenine Jane Austen’i böyle savunur.
İnternet çağında tanışmaların dijital uygulamalara sıkıştığı bir dönemde, Austen’in hikâyeleriyle hayatınıza anlam ve aşk katmanız mümkün mü? Üstelik Austen’in hayatınızı mahvedebileceğini iddia ediyorsunuz.
İçine bir yolculuk ve yol hikâyesi de katarak ilerleyen öykünün başrolündeki Agathe, önce yıllardır arkadaşı olarak gördüğü Felix ile bunun mümkün olduğunu kanıtlar. Ardından işin içine edebiyat profesörü ve Austen’in beşinci kuşak yeğeni Oliver dahil olur. Aşkın eski ve yeni klişeleri birer birer resmi geçit yapar:
Arkadaş bildiğin insanla rüzgârlı bir sahilde kısa bir öpücük, ıssız bir ormanda birbirini tanımayan iki insanın bir geceyi arabada geçirmesi, barda şarkı söyleyip içerken başlayan yakınlaşmalar, iki aşk arasında kararsız kalmak.
Hikâyenin Paris’te bir kitapçıda başlayıp Jane Austen’ın evinde devam etmesi, zaten başlı başına yeterli değil mi?
Filmin adı Jane Austen Hayatımı Mahvetti olsa da, film Jane Austen’in hayata aşk kattığı bir sona evriliyor. Fransa ve İngiltere gibi edebiyat ve romantizmin iki önemli başkentinde, Fransızca ve İngilizce’nin birbirine karışarak ilerlediği hikâye, adeta bir zaman makinesinden fırlamış gibi, günlük kaygılardan arınmış, steril bir şekilde yol alıyor.
Kötü bir trafik kazasının anıları dışında, insanlar maddi dünyanın hiçbir derdini çekmiyor. Bu, çok zengin olmalarından ziyade, hayatlarına anlam katacak şeyin maddi değil manevi olmasından kaynaklanıyor.
Jane Austen hakkında ahkâm kesmenin, çoğunlukla dişi köpekbalıklarıyla dolu sularının tüm risklerini göze alarak, bu filmin naifliğiyle Jane Austen’i son zerresine kadar anladığını söyleyebilirim.
Aşk, naif bir şey olarak belki de hiçbir zaman var olmadı. Jane Austen bu “var olmayanı” anlattı. Var olmayanın peşinde koşmaksa, var olmayana yakınlaşmanın tek yoluydu.
Filmin müzikleri arasında en dokunaklısı olan Schubert’in Fantezi’si, hikâyeye dönemsel bir değer katarken, kadın yönetmenin ayakta alkışlanmasını sağlıyor.
Austen’le neredeyse dönemdaş sayılabilecek, fakat ondan bile kısa ömrü bir kuğu şarkısını andıran Schubert, hikâyeye duygusal bir derinlik katmayı başarıyor.
Schubert’in, zamanın baş belası olan frengiden ölmüş olması da, aslında hayatın anlatılandan farklı olduğunu bize hatırlatıyor.
Jane Austen Hayatımı Mahvetti, sadece bir aşk hikâyesi olmaktan çıkıp, insanın kendi anlam arayışına dair bir manifestoya dönüşüyor. Jane Austen’ın kaleminden dökülen kelimeler, iki yüzyıl sonra bile Agathe’nin kitapçısında, rüzgârlı bir sahilde ya da bir arabanın içinde geçen bir gecede yeniden hayat buluyor. Bu hikâye, aşk ve romantizmin kendisi olmasa da arayışının zamanın ötesinde bir gerçeklik olduğunu gösteriyor.
Belki de Austen’in “var olmayanı” anlatma gücü, onun hikâyelerinin bizi hâlâ mahvetmesinin değil, hayata tutku ve anlam katmasının sırrı. Schubert’in Fantezi’sinin melankolik notaları eşliğinde, modern dünyada da, tıpkı modern öncesi zamanlarda olduğu gibi, naif bir umudun peşinden koşmanın değeri azalmıyor. Paris’in dar sokaklarından Chawton’daki Austen evine uzanan bu yolculuk, sadece bir edebiyat ikonunun mirasını değil, aynı zamanda hepimizin içindeki o zamansız romantik ruhu kutluyor. Ve belki de asıl mesele, Austen’in mahvettiği değil, can verdiği bir dünyanın kapısını aralamamız.

Yorum Yazın