Sonuç olarak bu, İran halkının çığlığını ve bölgedeki halkların ortak kaderini duyurma sorumluluğudur. Çünkü mesele yalnızca Tahran değildir; Ortadoğu’nun tüm şehirleri artık gökyüzüne değil, kendi vicdanına, kendi yüzüne bakmalıdır. Çünkü siren sesi olmayan bir ülkede, savaş yalnızca dışarıdan gelmez. Bazen savaş, devleti terk etmiş bir toplumun içinde başlar.
İran’da artık ne gündoğumu umutla bekleniyor, ne de gece huzurla uyunabiliyor. Tahran sokaklarında yankılanan bombaların sesi, yalnızca bir savaşın değil, bir devletin çözülmesinin ve bir toplumun dağılmasının yankısıdır.
46 yıl önce “özgürlük” ve “adalet” vaatleriyle yapılan devrim, bugün halkını korku ve sürgüne mahkûm eden bir rejimin gölgesine dönüştü. Tüm uyarı işaretlerine rağmen yıllar içinde bastırılan her protesto, her muhalefet ve her reform çağrısı, bugün infilak eden birikimin ön sözüydü.
Çöken Devlet, Kayıp Toplum
İranlı bir sanatçının şu cümlesi çok şey anlatıyor: “Bu şehirde sığınak yok.” Çünkü İran’da uzun süredir devlet, yalnızca baskı için var; koruma için değil. Bir devletin en temel görevi olan halkını koruma yükümlülüğü yerini, halkı yönetme ve bastırma refleksine bırakmış durumda. Bugün Tahran’da, siren sesi bile bir lüks; çünkü güvenliğe değil, itaate yatırım yapılmış.
Bu koşullarda, halkın bir kısmının düşman füzelerini “kurtuluşun müjdesi” gibi görmesi yalnızca politik değil, aynı zamanda varoluşsal bir tepkidir. Çünkü insanlar sandığa, reformlara, diyaloga, tüm meşru yöntemlere inancını çoktan kaybetmiş durumda.
Bir ülkenin vatandaşları, düşman füzelerini alkışlıyorsa; bu, yalnızca o füzelerin geldiği ülkedeki değil, o halkın yaşadığı ülkedeki yönetim sorunlarının bir aynasıdır.
Derinleşen İç Bölünme
Bugün İran’da yalnızca İsrail füzeleri değil, toplumu ikiye bölen derin bir fay hattı da şehirleri sarsıyor. Bir yanda askeri müdahaleyi “devrimin sonu” ve “özgürlüğün başlangıcı” olarak gören kesimler; diğer yandaysa, bu saldırıları ulusal birliğe ve vatanseverliğe aykırı bulan gruplar. Bu kutuplaşma, yalnızca Tahran’da değil, Kürt bölgelerinde, Belucistan’da, Azeri nüfusun yoğun olduğu kentlerde ve Arap azınlığın yaşadığı Huzistan’da da kendini gösteriyor.
Bu çok katmanlı kimlikler ve kırılganlıklar dikkate alındığında, İran’ın toprak bütünlüğü bir siyasal harita meselesi olmaktan çıkıp, bir sosyolojik çözülme tehlikesine dönüşmüş durumda.
İran Çözülürse, Bölge Ne Olur?
İran’ın bir iç savaş ya da parçalanma sürecine girmesi, yalnızca bu ülkenin değil, tüm bölgenin dokusunu altüst edecek bir domino etkisi yaratacaktır. Çünkü İran, yalnızca bir ülke değil; Şii dünyasının merkezi, Körfez’den Kafkaslar’a, Yemen’den Lübnan’a kadar birçok denklemin mihenk taşıdır.
* Irak yeniden mezhepsel çatışmalara sürüklenebilir.
* Azerbaycan-İran sınırı yeni bir jeopolitik kriz odağı olabilir.
* Afganistan sınırında Taliban ve İran arasındaki kırılgan denge bozulabilir.
* Pakistan, Belucistan üzerinden ciddi güvenlik riskleriyle karşı karşıya kalabilir.
* İsrail ve ABD’nin müdahale alanı genişlerken, Rusya ve Çin gibi aktörler de bölgedeki kontrol alanlarını kaybetme riskiyle yüzleşir.
Ancak en büyük tehdit, bu çöküşün Türkiye’nin doğu sınırlarında yaratacağı yeni göç dalgası, terör ve güvenlik riskleridir.
Gerçek Soru: Kim Başlattı Değil, Ne Kaldı?
Bugün İran’da yaşananlar, yalnızca bir savaşın başlangıcı değil, bir rejimin son evresi olabilir. Ancak bu süreçte asıl mesele “kim başlattı” değil, bu halkın enkazdan ne kurtarabileceğidir. Umut mu, kimlik mi, gelecek mi?
Sonuç olarak bu, İran halkının çığlığını ve bölgedeki halkların ortak kaderini duyurma sorumluluğudur. Çünkü mesele yalnızca Tahran değildir; Ortadoğu’nun tüm şehirleri artık gökyüzüne değil, kendi vicdanına, kendi yüzüne bakmalıdır.
Çünkü siren sesi olmayan bir ülkede, savaş yalnızca dışarıdan gelmez. Bazen savaş, devleti terk etmiş bir toplumun içinde başlar.
Ve o savaş, tüm bölgeyi sarsacak kadar yankı yapar.

Yorum Yazın