Özgür Özel'in "normalleşme" adını verdiği süreçte nasıl tepkiler aldığını hatırlıyorum. "Konuşalım" dediği için topa tutulduğu günleri. Nişanyanlar, iki farklı fikri hamasetten bu kadar uzak tartışabilirken bizim ev halkı neden bunu yapamıyor diye düşünüyorum. Sonra ekranlardaki hamaset ve popülizm saçan uzmanları hatırlıyorum. Bir cevap aramak için yazmaya başladığım bu yazı, bana cevabımı veriyor…
Bir tiyatro oyunundaki gibi: Dekor aynı, replikler aynı, hatta öfkeler bile provalı. Perde kapandığında ise evlerdeki sahnede -televizyondakinden çok daha acımasız, çok daha samimi bir acıyla- gerçek hayat başlıyor.
Ekranda beş adam, önlerindeki kâğıttan yazılan rolü okur gibi konuşuyor. Biri elini haritaya uzatıyor, vileda sopasının ucuyla sınırları yeniden çiziyor. Her hafta yeni bir toprak parçası, her program yeni bir zafer. Sanki bir çocuğun kumdan kale yapıp dalgalara yenik düşüşü gibi; her seferinde yeniden ama her seferinde aynı sonla.
Tartışmanın her anı senaryolaştırılmış. Kimin hangi cümlede ayağa kalkacağı, kimin sesinin hangi hecede yükseleceği, hangisinin masaya yumruğunu vuracağı belli. Doğallıktan uzak bu gösteri, kâğıttan dökülen kötü bir piyesten farksız. Yalnızca dekorlar daha pahalı, oyuncular daha gergin.
Rahmetli Birand'ın efsane 32. Gün'ünü, Ali Kırca'nın Siyaset Meydanı'nı, Enver Aysever'in Aykırı Soruları'nı, hatta Nagehan Alçı ile Nazlı Ilıcak'ın ateşli tartışmalarına sahne olan Dört Bir Taraf programını bile özlüyoruz...
Kısacası, siyasi tartışma programları açısından gelenin gideni arattığı bir dönemden geçiyoruz.
Yazının başında söylediğim gibi; evlerdeki sahne, televizyonlardan daha acımasız...
Baba koltuğa yayılmış, iktidarı savunuyor; çocuğu karşısına geçmiş, sözünü keserek itiraz ediyor. Her biri kendi mahallesinin diliyle konuşuyor, birbirini ikna etmeye çalışmadan sadece kendi varlığını kanıtlamaya çabalıyorlar.
Çocuğu suçlayıcı bir tavırla söylenen "Biz yağ kuyruklarında beklerdik" cümlesine, "Bunlar Atamızı unutturmaya çalışıyorlar" yanıtı hiç gecikmiyor.
Seçim dönemlerinde bu varlığını kanıtlama çabası o kadar şiddetleniyor ki; sosyal medya, ailesinden farklı bir partiye oy verdiği için evden atılan çocukların hikayeleriyle doluyor.
Metin yazarlarının vasat olduğu, hamaset ve beden diliyle süslenen bu kötü piyeslere hepimiz çok aşinayız artık.
Peki bu klasik baba-çocuk politik rolleri ters yüz edilebilir mi?
Ve bugünün Türkiye'sinde derinlikli bir politik tartışma yapılabilir mi?
Evet, yapılabilirmiş. Nişanyanlar bunu bize gösterdi.
Sevan Nişanyan, yıllardır sert muhalefetiyle bilinen, kelimelerini sakınmadan kullanan bir sürgün entelektüel. İlk yazılarından bugüne kadar sorgulamadığı herhangi bir "kutsal"a rastlamadım.
Oğlu Arsen Nişanyan ise babasının tüm bu sert eleştirel bagajına rağmen Türkiye için iyimser konuşuyor. Üstelik bu iyimserliği, kuru hamasetle, sloganlarla ve vileda sopasıyla değil, uluslararası ilişkilerden stratejiye, şehirlerin sosyolojisinden devlet kapasitesine uzanan bir analitik çerçeveye oturtuyor.
İki haftadır süren baba-oğul tartışmaları, izleyiciye sadece siyasi pozisyon farklılığını değil, aydın ile toplumun düşünce biçimlerindeki temel ayrımı da gösteriyor.
Ses tonlamaları birbirine bu kadar benzeyen, kelimelerini özenle seçen bu baba-oğulun tartışmalarını izlemekse çok keyifli.
Ayrıca her kesimden insan bundan keyif almış gibi görünüyor. İkilinin video kesitleri, sosyal medyada milyonlarca görüntülenme aldı.
Yeni Akit'te hakkında methiyeler düzülen bir Nişanyan bile gördük.
Tartışmanın temasına dönecek olursak:
Baba Nişanyan, sözünü tarihsel hafızadan ve yapısal eksiklerden kuruyor. "Türkiye'nin yer altı kaynakları kıt, sermaye birikimi yok... Osmanlı mirası komşuların zihninde hâlâ bir korku olarak duruyor" diyor. Ona göre bu yükler, ülkenin elindeki potansiyeli zincirliyor. "Sen istediğin kadar harita çiz, bu yapıyla o güç olunmaz" diyerek büyük güç iddialarına sert bir mesafe koyuyor.
Yıllar önce bir yazısında İngiltere Başbakanı Lord Salisbury'den yaptığı alıntıyı yineliyor aslında: "Türkiye çok parlak bir geleceği olan ülkedir. Ve hep öyle kalacaktır!"
Arsen ise bambaşka bir pencereden bakıyor. "Bu coğrafya öyle bir coğrafya ki..." diye başladığı konuşmasında, bir ara gözlerini kısıp babasına benzeyen bir tonlamayla dinlemeye değer bir analoji kuruyor:
"Bu Amerika'dan çok iyi bildiğim bir mentalite. Trump derangement syndrome dedikleri şey: Trump ne yaparsa yapsın, otomatikman eleştirmek... Ben doğduğumdan beri Erdoğan’la yaşıyorum; ne yaparsa yapsın kötüdür diye düşünmek insanı memleket düşmanına çevirir. 23 yıl nefretle yaşamak ruhu çürütür.”
Sonra tekrar stratejik analizine dönüyor: "İstanbul'u bir dünya başkenti yapabiliriz" diyerek ordunun kapasitesini, savunma sanayiindeki ilerlemeleri anlatıyor. "Emperyal oyun nasıl oynanır biz biliyoruz" diyor.
Bir ara el yükseltip, Türkiye’yi Viyana’ya kadar hiçbir askeri gücün durduramayacağını da ekliyor.
Aslında bu tersine rol dağılımı, Türkiye'nin siyasal ikliminde nadir görülen bir sahne yaratıyor. Burada baba, geçmişin ateşiyle değil, sürgün yıllarının soğukkanlılığıyla kuşkucu; oğul ise memleketi için umutlu, fırsat kollayan bir realist. Tartışmanın içinde baba, "Geçmişini bilmeyen, geleceği göremez" derken; oğul, "Tamam ama geleceği görmeyen, bugünü heba eder" diye karşılık veriyor.
Nişanyanlar'ın bu diyalogları, Türkiye'deki baba – oğul politik rollerinin popüler klişesini ters yüz ediyor.
Bu baba-oğul diyaloğu, siyasi kutuplaşmanın ve aile içi siyasi ayrışmaların sıradanlaştığı bir ülkede, fikir ayrılıklarının bir sevgi ve saygı zemini üzerinde de yürüyebileceğini gösteriyor.
Ve sonra Özgür Özel'in "normalleşme" adını verdiği süreçte nasıl tepkiler aldığını hatırlıyorum.
"Konuşalım" dediği için topa tutulduğu günleri.
Nişanyanlar, iki farklı fikri hamasetten bu kadar uzak tartışabilirken bizim ev halkı neden bunu yapamıyor diye düşünüyorum.
Sonra ekranlardaki hamaset ve popülizm saçan uzmanları hatırlıyorum.
Bir cevap aramak için yazmaya başladığım bu yazı, bana cevabımı veriyor…










.png)




















Yorum Yazın