Onun gizemli ölümü, “YARIN”ın işlevini ve inşa ettiği, provasını yaptığı yarınları da bir anda anlamsızlaştırır. Peki, burada önemli olan gazetenin çıkmaması mı yoksa “yarın kurgusunun” ilkeleri, değerlerinin kolaylıkla boşa çıkabileceği mi?
Umberto Eco, Sıfır Sayı adlı kısa romanında ana akım medya, manipülasyon, gerçeklik algısı ve modern toplumun zihinsel tembelliği üzerine derin bir eleştiri sunar. Roman, hiçbir zaman yayımlanmayacak olan bir gazete olan “YARIN”ın, kuruluş süreci ve amacı üzerinden gazeteciliğin nasıl kurgulanabildiği, nasıl yönlendirilebileceği ve toplumun nasıl şekillendirilebileceğini anlatılır.
YARIN’ın Ekibi
“Sıfır sayı” yani prova baskı gazetenin ilginç bir kadrosu vardır. Ekibin başında Simei yer alır. Almanca çevirilerden para kazanamayan başarısız bir yazar olan Colonna, dahil olur. Diğer yazarlar ise hastane morglarında sansasyonel haber kovalayan Cambria, magazin için asılsız haberlerle görevli Maia, komplo teorileriyle yaşayan skandal açıklamalar peşinde Romano, bulmaca uzmanı Palatino ve matbaa geçmişi olan Costanza bulunur.
Tüm ekip aslında birbirine tamamen yabancı, hayatta çeşitli konularda hep “kaybetmiş” bireylerden oluşmaktadır. Bu yönüyle, Colonna, ekibi San Luis Rey Köprüsü alegorisiyle benzeştirir: Köprüde yaşanan kazada ölenlerin bir araya gelişi tesadüfi değil, anlamlı bir bağlantının göstergesidir. Kazaya şahit olan Rahip Juniper’in düşüncesi bu yöndedir.
Peki “YARIN” Kime Ne Anlatacaktı?
Hedef kitle güçlü bir okuyucu kitlesi değildi. Bilinçli bir şekilde seçilmiş hedef kitlesi vardı: gündemi sorgulamayan, magazin meraklısı, düşünmeyi ve okumayı pek tercih etmeyen, burçlar, ölüm, kaza ve felaket haberleriyle ilgilenen, “merak” ve “şok” duygularına aşina olmuş, hep daha fazlasını isteyen tüketicilerdir. Günlük olarak yayınlanması planlanan prova gazete okurlarına “yarını” anlatmaya çalışacaktı.Ama buradaki asıl amaç, bu insanların zihin yapılarına uygun içeriklerle onları yönlendirmek, dikkatlerini istenen yöne çevirmektir.
Eco, burada aslında medya etiğini de sorgular: Gerçek ne kadar gerçek? Kimin gerçekliği anlatılıyor? Okura ne veriliyor, okur ne istiyor, neye inanması gerekiyor? Mesela Mao, Stalin ya da Hitler kadar insan öldüren ama pek bilinmeyen aktörler neden gündem olmaz, neden gözler görmezden gelir?
Benzer durumların yaşandığı günümüzde de ilgi, trajedinin büyüklüğüyle ve ilgiyi tetikleyen şey her neyse onunla ilgilidir. İnsanlar küçük sayılara bakmaz, büyük felaketlere değer verir. Mesela kaç kişinin öldüğü, neden öldüğünden ya da alınabilecek önlemlerden daha etkili haber olabilmektedir.
İlgi önemlidir ve tam burada Emile Ajar’dan bir alıntı yapmak istiyorum. “Onca Yoksulluk Varken” adlı romanında beni etkileyen bir paragrafı vardı. Şöyle: “Dünyadaki ilgisizliklerin içinde en çok hangisi hoşunuza gidiyorsa onu seçmek zorundasınız, insanlar hep bu tip şeylerin arasında en iyi en pahalı ne varsa onu seçerler, milyonlara mal olan Naziler ya da Vietnam gibi. İnsanın ilgisini çekmek için milyonlar gerekir, milyonlar, onlara da içerlememeliyiz, çünkü sayılar küçüldükçe verilen değer de o denli azalır…”
Romano’nun Ölümü ve YARIN’ın Sonu
Yarın’ın ekibinde en ilginç karakterlerden biri, komplo teorilerine saplanmış, sürekli “olayların perde arkasını” araştıran ve ortaya çıkarmaya çalışan Romano’dur. Mitomani (yalan söyleme alışkanlığı) olduğu düşünülen Romano Braggadocia’nin öldürülmesiyle aslında çok şey değişiyor.
Onun gizemli ölümü, “YARIN”ın işlevini ve inşa ettiği, provasını yaptığı yarınları da bir anda anlamsızlaştırır. Peki, burada önemli olan gazetenin çıkmaması mı yoksa “yarın kurgusunun” ilkeleri, değerlerinin kolaylıkla boşa çıkabileceği mi?
Toplumsal ve Kültürel Eleştiri
Umberto Eco, bu kitabı yazmakla neyi kastetmiş olabilir sorusunun cevabını asla net bir şekilde yanıtlayamacağız belki ama bana çağrıştırdığı şeyler çok ilginç. Roman ya da planlanan yarınlar bir medya eleştirisinden çok daha fazlasıdır diyebiliriz. Günümüzde bireylerin önceden belirlenen gündemlerle uyuşan, magazinle zamanı geçiren, dijital telaşlar dünyasında kaybolmuş yaşamlarına bir bakış sunar. İnsanların düşünmesine imkân tanımadan direkt olarak “sunulan hikâyelerle” tatmin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Netflix'ten haber bültenlerine kadar her şey bir “hikâye anlatımı”na dönmüştür. Bu hikâyeler aracılığıyla insanlar yönlendirilir, pasifleştirilir, hatta düşünmekten vazgeçirilir.
Burada “yarınlar önce anlatılır, sonra yaşanır” gerçeğine dikkat çekmek istiyorum.
Bunu da yazdım kenara.

Yorum Yazın