Zakintos’un plajları ve restoranları
GEZİYunan adalarının pek çoğu gibi Zakintos da denizi, yemeği ve rahatlığıyla insanı cezbeden bir yer.
Mağaranın içinde yüzerken aklımda Tanpınar’ın dizeleri: “Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim”. İnsanın doğal güzellik karşısında bazen nefesi kesiliyor, işte Zakintos’un mavi mağaraları da öyle.
Yunanistan’ın “bizim tarafa” düşmeyen adalarına ilk gidişim, İyonya denizinde yer alan Zakintos’a oldu.
Buraya Mora yarımadasının batı ucu Kyllini kasabasından bir arabalı feribotla geldim.
Zakintos küçük bir ada olmadığı için eğer arabanız yoksa bir yerden bir yere ulaşmak, üstelik bu sarı sıcakta, büyük bir eziyet ve zaman kaybı.
Beş gün geçirdiğim Zakintos’ta her gün farklı bir -bazen birden çok- yerden denize girdim, bir gittiğim lokantaya bir daha gitmedim.
Zakintos’ta görülecek çok bir şey yok -varsa da ben bulamadım.
Birkaç manastır, tarihi köprü ve şarapla zeytinyağı müzesi tabelası gördüm ama hiçbirine girmedim; bana göre bu ada, sadece “deniz, kum ve güneş” demek.
Zakintos’un alametifarikalarından biri sülfürlü suya sahip plajların olduğu kuzey bölgesi Xigia.
Aslında sülfürlü su bayılınacak bir şey değildir, yumurta kokar, ama açıkdenizde bu bana pek mümkün gözükmedi ki öyle yoğun bir koku da yoktu.
Sülfürlü suyun geldiği küçük koylar ve plajlar yanyana sıralanıyor.
Aralarda pek çok mağara da var.
İlk girdiğim plaj, Pelagaki’ydi.
Plaja ulaşabilmek için epey bir merdiven inmek gerekiyor ama değer, zaten su, daha tepeden bakarken bile sizi turkuvaz tonlarındaki rengiyle cezbediyor.
Pelagaki’nin suyu soğuk değil, ılıktı -bu benim için bir denizi cazip ve güzel kılan bir detaydır ve Zakintos’un suyu birçok yerde böyle.
Pelagaki’nin hemen yanındaki koy Xigia.
Burası sülfürün en yoğun çıktığı yer olduğu için “doğal kaplıca” da diyorlar.
Pelagaki’ye nispeten buradaki “yumurta kokusu” fazla ama insanı rahatsız edecek kadar değil.
Buraya çok uzak olmayan Makris Giallos, bir sonraki günü geçirdiğimiz plajdı.
Makris Giallos, “uzun sahil” anlamına geldiği için bu ismi hemen her adada görebilirsiniz.
Makris Giallos’un suyu da sıcak ve güzel, hatta belki Pelagaki’den bile güzel ama bu iki koyda da bir “konfor sorunu” var ki bu da bir ada tatilinin dinlendiriciliği özelliğini törpüleyen sevimsiz bir etken.
Eğer sabahın köründe gelip hepi topu on-yirmi tane olan şezlonglarda kendinize bir yer bulamazsanız, Pelagaki’de kayanın üzerine havlu seriyorsunuz, Makris’te şezlong sayısı çok ama tel maşa bir şezlong, ne dinlendiriyor ne kitap okutuyor ne uyutuyor.
İnsan hele de deniz tatiline çıktığında rahat etmek istiyor.
Canı çektiğinde bir şeyler ısmarlasın, bir romanın sayfaları arasında kaybolsun, sıcakladığında suya girsin, istediğinde uyusun.
Makris’te sağ tarafta herkesi kendine çeken bir mağara var.
Zaten bu Zakintos’un her yanı mağaralarla çevrili.
Mağara demişken çıktığımız tekne turundan da bahsedeyim.
Evvela Zakintos’un Navagio kumsalındaki gemi batığına gittik.
Koyun kendisi başlı başına etkileyici ama bu “dekoratif” batık sayesinde büyük bir şöhrete kavuşmuş.
Rivayete göre kaçakçıların kullandığı, 1937 model İskoç yapımı ve Panama bayrağı taşıyan MV Panagiotis adlı gemi, 1980’in Ekim ayında bir fırtınaya yakalanıp sürüklenmiş, sonra da batmış.
Bazılarının talihi battıktan sonra açılır ya, bu gemiye de öyle olmuş.
Kırk küsur sene kimsenin umurunda olmayan gemi, batar batmaz dünyanın dört bir yanından ziyaretçiyi kendine çekmeye başlamış.
Eskiden bu koyda denize giriliyormuş, sonra yasaklanmış.
Biz gittiğimizde tekneden inmeden sadece fotoğraf çekiliyordu.
Ardından da yine sadece tekneyle ulaşılabilen “mavi mağaralara” gittik.
Maravelia mağarası, Sfogio ve White Beach…
Mağaraların birinde kaptan, burada yüzebilirsiniz deyip de ben kendimi suda bulunca neden “mavi mağara” dendiğini de anladım.
Suyun dibinden parlak bir mavi ışık yansıyor, her yer, adeta büyük bir fener yerleştirilmişçesine parıl parıl parlıyor.
Bir yanda mağaranın içinin doğal güzelliği, diğer yanda dipten gelen mavi ışık…
Mağaranın içinde yüzerken aklımda Tanpınar’ın dizeleri: “Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim”.
İnsanın doğal güzellik karşısında bazen nefesi kesiliyor, işte Zakintos’un mavi mağaraları da öyle.
Üç saatten az süren bir gezinti ama buraya kadar gelmişken mavi mağaraları görmeden dönmemeli.
Yine bu adada Alikanas adlı bir plaja gittim.
Diğerlerinin aksine Alikanas’ın uzunca bir kumsalı var.
Buranın suyu artık ılık bile değil, sıcak -Nihan “çocuk havuzu” diye aşağılasa da benim için hiçbir mahsuru yok.
Son gün, denize girmek için istikametim adanın doğu ucundaki Porto Azzuro oldu.
Su, artık alışık olduğum gibi alabildiğine berrak ve sıcak.
Üstelik burada, tatilcilere konforlu bir ortam sunan bir de tesis buldum.
Yetmedi, adının Maria olduğu söyleyen Çinli bir masöz, masaj yapmayı teklif etti.
Günlerce plajların konforsuzluğundan yakın, sonra gel bir anda hepsini birarada bul.
İyi ki adanın doğusuna son gün gelmişiz, aksi takdirde, gidip de diğer plajları görünce, sanırım her seferinde buraya gelmek isterdik.
Deniz kısmına son verip biraz da yemekten söz edeyim istiyorum.
Bu kadar deniz dedikten sonra, yemeklerde de deniz ürünlerinin başı çektiğini düşünmek zor olmasa gerek.
Ama Zakintos bundan ibaret değil; zeytini ve üzümü de var, ayrıca, adada tavşan eti de çok makbul.
Kaldığımız evin yakınlarında “zeytin ve şarap tadım merkezi” denen bir çiftlik vardı.
Therianos Kardeşler, kendi bağ ve zeytinliklerinden yetişen ürünlerI burada satıyor.
Kalamata haricinde, ezdikten sonra -yanaklı dediklerinden- çeşitli ot ve köklerle tatlandırdıkları iri zeytinlerinden de yedim.
İnsanın eşi Gemlikli ve aileden zeytinci olunca öyle her yediğini kolayından beğenmiyor; bu da biraz “kumlu” geldi bana.
Misket üzümünden yarı-tatlı bir şarap tattırdılar; ayrıca, arıcılık yaptıklarını, ama mahsulün bal olarak tüketilmek haricinde bir de kozmetik alanında kullanıldığını öğrendim.
Sahibi Dimitri’nin söylediğine göre, kimyasal içeren ilaçların bir türlü geçiremediği egzama türü deri hastalıklarını zeytinyağı ve bal mumuyla tedavi etmek mümkünmüş.
Therianosların roze şarabını özellikle beğendiğimi ise söyleyebilirim.
Therianos’tayken Dimitri, bana Pirounaki’nin çok güzel bir lokanta olduğunu söyleyince sözüne itimat edip o akşamın yemeğini orada yedik.
Şimdi benim aklımda sardalyalı, kalamarlı, kabak kızartmalı bir yemek vardı ama Pirounaki’deki menü sabitmiş.
Sekiz meze, ana yemek, tatlı -yanında da ev yapımı uzo.
Uzolar içinde her ne kadar en çok Plomari’yi sevsem de özellikle adalara gittiğimde onların kendi uzolarını denemek istiyorum.
Pirounaki’de içtiğim -şişede değil karafta geldi- uzo şahaneydi, yemekler de güzeldi ama aradığım o değildi, bu da beni tuhaf bir hale soktu.
Misafir umduğunu değil bulduğunu yer, fehvasınca sardalya ve kalamar diye gittiğim lokantada mantar, patates kızartması ve musakka yedim.
Dediğim gibi, patatesli, kabaklı, patlıcanlı Yunan musakkasını severim, bu musakka da çok lezzetliydi ama sardalya diye çıkıp musakka yemek, hem sardalyaya hem musakkaya ayıp oldu gibi.
Zakintos’ta güneşi batırmak da hayli keyifli.
Günbatımında -akşam 9 gibi- adanın diğer ucuna giderseniz müthiş bir manzaraya karşı adanın kendi üzümlerinden üretilen şarabı yudumlayabilir, hatta bu birlikteliği güzel bir yemekle de taçlandırabilirsiniz.
Michalis’in lokantası, günbatımını değerlendirmek için güzel bir yer.
Potami diye güzel gözüken bir restorana oturmamızla kalkmamız bir oldu, ama bunun iyi tarafı, içinde manastır kalıntısı olan bir başka restorana gitmek oldu.
Orada sadece çeşitli mezeler ısmarladık.
Bir de İtalyan lokantasına gittik ama uzunboylu anlatmaya değer bir yer değildi -ben sardalyayı bir tek orada yedim.
Bir de yer bulamadığımız için gidemediğimiz “Eski Yeldeğirmeni” adlı tepede bir lokanta vardı.
Orası da mutlaka güzeldir.
Yunan adalarının pek çoğu gibi Zakintos da denizi, yemeği ve rahatlığıyla insanı cezbeden bir yer.
İlginizi Çekebilir