© Yeni Arayış

“Yeter söz milletindir” sloganı üzerine (1)

Kırda yaşayan nüfus kalkındırılabilir ve istikrarlı bir gelire kavuşturulabilirse, sanayi sermayesinin ihtiyaç duyduğu “istikrarlı piyasa” inşa edilmiş olacaktı.

Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan topraksız ya da yeterli toprağı bulunmayan çiftçiler lehine olduğundan kuşku duyulamayacak olan bu tasarı Meclis’ten geçemedi. Geniş araştırmalara dayanan ve reform niteliği konusunda kuşku bulunmayan bu tür bir düzenlemenin Meclis’ten geçmesini engelleyenler kimler olabilirdi ki? Hayır, hayır! Dış güçler değil! Dönemin tek partisi olan CHP’den geldi muhalefet.

Siyaset bilimciler tarafından “Sultanizm” olarak tanımlanan “Yeni” devlette Cumhuriyet düşmanlığı açık sözlerle dile getirilmeye başlandı.

“Yeliz” lakaplı bir milletvekili aynen şu sözleri söyledi:

“Kadim bir geçmişe sahip Aziz Millet ve Büyük Devlet, kanlı 1923 darbesiyle hesaplaşmadan ve helalleşmeden, Yeni, Terörsüz ve Büyük Devlet yolunda ilerleyemez..! Bir düdük çalıp, yeni, onurlu ve beyaz bir sayfa açılmalıdır..!”

Göreve başlarken “demokratik ve laik Cumhuriyete” “namusu ve şerefi üzerine” andiçen milletvekilinin “kanlı 1923 darbesi” olarak tanımladığı devrim kendisini neden bu kadar çok rahatsız etmişti?

Cumhuriyet devrimi, insanları padişahın “kul”u olmaktan çıkarıp kendi iradesinden başkasına tabi olmayan “yurttaş” yaptığı için mi?

Cumhuriyet devrimi, Başkenti İstanbul’un sömürgeci güçler tarafından işgalini izlemekten başka çare bulamayan Sultanlığın karşısında “tam bağımsız” bir ulus inşa etme projesi içerdiği için mi?

Cumhuriyet devrimi, Avrupa’da yaşanan Sanayi Devrimini yapamadığı için çağın gerisinde kalarak çökmeye başlayan ve ancak aldığı dış borçlarla ayakta kalabilen acze düşmüş bir yönetim yerine planlamalı bir kalkınmayı gerçekleştirmeyi hedefleyen bir ulusal ekonomi projesi içerdiği için mi?

Neyse bu karşılaştırmaya devam etmeyeyim; kitaplara sığmaz.

Bir örnek üzerinden bakalım: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu.

Cumhuriyeti kuran kadrolar, çağa ayak uyduramayarak yıkılmış teokratik bir imparatorluk yerine eşit yurttaşlığa dayalı bir “ulus devlet” inşa etme projesine sahiptiler.

Model “Fransız Devrimi” idi ve Mustafa Kemal’in kendisi teorisini “milli irade” kavramı üzerine inşa eden Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau’nun fikirlerinden etkilenmişti.

Çok milletli bir imparatorluktan, millet esasına dayanmak yerine “yurttaşlık” bağını esas alan bir ulus yaratmak kolay iş değildi.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, yeni devletin inşası için devrim niteliğinde çok sayıda reform yapmıştı; ancak bu reformlar ekonomide radikal adımlar atılmadıkça ayakta kalamazdı.

Bu konuda kapsamlı bilimsel araştırmalar yapıldı ve önemli bulgular elde edildi.

Halkın büyük çoğunluğu kırsal kesimde yaşıyordu ve yoksuldu.

Halkın yoksulluğu sadece tarımsal kalkınmayı engellemekle kalmıyor ama aynı zamanda sanayi hamlesinin yapılmasını da engelliyordu.

Devlet “Büyük Dünya Buhranı”nın da zorlamasıyla önemli altyapı yatırımları yapmış ve özel teşebbüsün gelişmesi için yolu açmıştı.

Ancak sanayi sermayesinin, birikimini artırması için istikrarlı bir piyasaya ihtiyaç vardı.

Geri kalmış bir tarım toplumunda sanayileşen bir sektörün üreteceği mallara yönelik talep olmadığı sürece sanayileşme gerçekleştirilemezdi.

Kentlerde yaşayan nüfus, kırlarda yaşayan nüfusa göre oldukça az olduğundan kent nüfusu esas alınarak sanayileşme gerçekleştirilemezdi.

Sonunda formül bulundu: Sanayileşme, kırsal kesimde yaşayan nüfusa dayandırılacaktı.

Kırda yaşayan nüfus kalkındırılabilir ve istikrarlı bir gelire kavuşturulabilirse, sanayi sermayesinin ihtiyaç duyduğu “istikrarlı piyasa” inşa edilmiş olacaktı.

Bu yolla bir taraftan da çarpık kentleşme önlenmiş olacaktı.

Çünkü kırsal bölgelerde yaşayan nüfus geçim araçlarına sahip olmayınca kentlere akmakta ve bir barınma olanağı da bulunmayan bu nüfus kentlere aktıkça çarpık kentleşme ortaya çıkmakta, kentlerde asayiş sorunu büyümekteydi.

Bir başka anlatımla kurucu kadrolar özellikle 1970’lerden sonra ortaya çıkan kentlerin köyleşmesine neden olan “gecekondulaşma” tehlikesini de çok önceden görmüş ve önlem almaya çalışmışlardı.

Ama asıl hedef bir sanayileşme hamlesiydi; bir sanayi burjuvazisi yaratmadan çağdaş bir ulusun inşası gerçekleşemezdi.

Bu amaçla bir paket hazırlanmıştı. Paketin çok sayıda bileşeni olmakla birlikte üç önemli “sacayağı” vardı:

1 - Daha fazla toprağın işlenmesi ve toprağın gelirinin toprağı işleyen ailelere bırakılmasını sağlamak için kapsamlı bir “toprak reformu” yapılmalıydı.

2 - Kırsal kesimde yaşayan nüfusun bir yurttaşa dönüştürülmesi için yerel düzeyde eğitim yapılmalıydı.

3 - Bu dönüşümün gerçekleştirilebilmesi için vergilendirme yapılmalıydı.

Bu paketin bir ayağı “Köy Enstitüleri” idi.

Diğer ayak tarımdan alınan çeşitli vergilerdi.

İlk iki ayak, yazının konusu olmadığından gözardı edilecektir. Ancak burada şunu söylemek gerekir: Cumhuriyet Dönemi kadroları akşam akıllarına geleni sabah “torba kanun” olarak hazırlamadılar. Politikalar bir bütün olarak hazırlandı ve hazırlık sırasında sorunun bütün yönleri masaya yatırıldı.

Bu yazının konusu olan üçüncü ayak ise “Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması Hakkında Kanun Tasarısı” idi.

Birinci Dünya Savaşı’nın başında tarımsal nüfus ve bu nüfusun elindeki toprağa ilişkin bilgiler şöyleydi:[1]

Tarımsal nüfus/oran

Yüzdesi

Sahip olduğu toprağın oranı

Büyük toprak sahipleri ve ağaları

% 1

39.3

Küçük toprak ağaları

% 4

26.2

Küçük çiftçiler

% 95

34.5

Toplam

100

100

Bu rakamlara göre toprağın %65’ten fazlası %5’lik toprak ağalarının elindeydi.

Aynı kaynağa göre 1920’lerin sonu ve 1930’ların başında büyük toprak ağaları tüm işlenebilir arazinin % 40-50’si civarında bir orana sahipti.

Az toprağa sahip olan ya da hiç toprağa sahip olmayan çiftçiler tarım nüfusunun % 65-70’ini oluşturmalarına rağmen işlenebilir toprakların sadece %5-10’unu ellerinde bulunduruyorlardı.

Bu rakamların anlamı şuydu: Toprak, az sayıda kişinin elinde toplanmıştı ve küçük çiftçiler toprağın çok küçük bir bölümüne sahipti.

Bu ekonomik yapı var olduğu müddetçe küçük çiftçilerin yoksulluktan kurtularak sanayi ürünlerine talep oluşturmaları mümkün değildi; bu kitlelerin kente akması halinde büyük asayiş sorunları doğabilirdi.

Bu sorunları çözmek için hazırlanan tasarının gerekçesi bilimsel bir rapor niteliğindeydi.

Tasarının amacı sadece büyük toprak sahiplerinden toprak alıp topraksızlara dağıtmak değildi. Amaç köylüyü toprağa bağlamak ve bu sayede daha istikrarlı bir toplumsal düzen kurmaktı. Böylece belirli bir gelire kavuşturulan çiftçi ailelerinin sanayi ürünlerine yönelik istikrarlı bir talep oluşturmaları mümkündü ve aynı zamanda tarımsal üretimde de istikrar sağlanacaktı.

(Bugün hazırlanan teklif ve tasarılar ile sözünü ettiğim tasarının gerekçesine bakan birisi aradaki nitelik farkını kolaylıkla görebilir. TBMM tutanaklarında duruyor merak eden açıp bakabilir.)

Gerekçeye göre:

* Türkiye’deki toplam arazi 767.119 km² idi. 1940 yılı nüfusu 17.820.950 idi. Bu durumda km² başına düşen nüfus 23 kişi idi. Bir gelecek öngörüsü de yapılmıştı: Nüfus 50 milyona ulaştığında bu sayı 65’e; 75 milyona ulaştığında 97 kişiye çıkmaktaydı.

* Toprak bu nüfusu barındırıp besleyebilirdi; toprağın genişliği bakımından sorun bulunmamaktaydı.

* Ülkemiz sonsuz bir arazi çeşitliliği göstermekteydi: Tarla arazisi, bağ arazisi bahçe arazisi, orman arazisi, çayır arazisi, mer'a arazisi gibi kültür arazisi çeşitlerine Türkiye'nin her yakasında rastlanmaktaydı.

* Çorak arazi miktarı fazla değildi.

* Ülkemizdeki yarayışlı arazi miktarı 15. 929.095 hektar olup toplam toprağa oranı %24. 3’tü.

* Ancak bu elverişli özellikler tek başlarına refah içinde yaşamayı güvence altına alamazdı; mülkiyet rejiminin uyarlanması gerekirdi: Hem tarihte, hem de şimdi “geniş, çeşitli ve yarayışlı” toprak sahibi olmasına rağmen yoksulluk içinde yaşayan milletler olmuştu.

* Mülkiyet rejimi sadece bir hukuk sistemi değildi ama aynı zamanda bir iktisat düzeniydi.

* Arazi mülkiyeti bünyesindeki sorunlar Devlete, tüzel kişilere ve özel kişilere ait büyük arazi mülklerinin bulunmasıydı.

* Bunun sonucu, geçimini toprağa bağlamış bir kalabalığın topraksız olması ya da yetersiz toprağa sahip bulunmasıydı.

* Büyük toprak sahiplerinin önemli bir bölümü yaşamlarını tarımdan kazanmadıkları için topraklarını işletmemekte, bunlardan tarımla uğraşanlar ise mülkiyetlerindeki toprağın tümünden yararlanmamaktaydı.

* Oysa geçimlerini topraktan sağlayanlar topraksız olduklarından ya da yetersiz toprağa sahip bulunduklarından başkalarının topraklarında çalışmaktaydı.

* Bu durum küçük çiftçilerin işledikleri topraklara sarılmalarını engellemekteydi.

* Oysa ülke tarımının geliştirilmesi toprakların benimsenip imar edilmesine bağlıydı.

Bu saptamalar ışığında bulunan çözüm aşağıdaki şekilde tanımlanan “Çiftçi Ocakları” kurumuydu:

“Çiftçi ocağı memleketimiz için yeni bir tesistir. Bununla mülkünde köklü, emeği ve mülkü ile rahat geçinebilen müstakil çiftçi ailelerinin yaratılması, çoğaltılması hedefine ulaşmak gözetilmektedir. Çiftçi ocağının bölünmezliği ile de, ziraatta müstakil ailelerin, iktisadi bir varlık olarak sürüp gitmesi sağlanmak istenmiştir. Bunun için de çiftçi ocağının ancak toptan intikal etmesi prensibinin konması yoluna gidilmiştir. Çünkü çiftçi ocağının şu veya bu yoldan parçalanabilmesine imkân vermek, memlekette kökleştirilmek istenen topraksız veya toprağı yetmeyen çiftçi ailelerinin bir müddet sonra yeniden meydana gelmesini kabul etmek demek olurdu….”

Tasarının amacı sadece büyük toprak sahiplerinden toprak alıp topraksızlara dağıtmak değildi.

Amaç köylüyü toprağa bağlamak ve bu sayede daha istikrarlı bir toplumsal düzen kurmaktı.

Böylece belirli bir gelire kavuşturulan çiftçi ailelerinin sanayi ürünlerine yönelik istikrarlı bir talep oluşturmaları mümkündü ve aynı zamanda tarımsal üretimde de istikrar sağlanacaktı.

Ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan topraksız ya da yeterli toprağı bulunmayan çiftçiler lehine olduğundan kuşku duyulamayacak olan bu tasarı Meclis’ten geçemedi.

Geniş araştırmalara dayanan ve reform niteliği konusunda kuşku bulunmayan bu tür bir düzenlemenin Meclis’ten geçmesini engelleyenler kimler olabilirdi ki?

Hayır, hayır! Dış güçler değil!

Meclis dışındaki güç odakları da değil!

Engelleme Meclisin içinden yapıldı.

Üstelik dönemin tek partisi olan CHP’den geldi muhalefet.

Daha sonra Demokrat Parti’yi (DP) kuracak olan CHP’li bir grup milletvekili, tasarının geçmesini engellemek için olağanüstü bir çaba sergiledi.

CHP’nin büyük toprak sahibi olan az sayıda üyesi hem komisyonda hem de Genel Kurul’da olağanüstü bir gayretle reformu kuşa çevirmeyi başardı.

Büyük toprak sahiplerinden oluşan bu grubun öncüleri kısa zamanda CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi (DP) kuracaktı.

Grubun başını DP döneminin başbakanı Adnan Menderes çekiyordu.

Daha açık söylemek gerekirse Cumhuriyeti kuran kadroların uzun araştırmalar sonunda hazırladıkları toprak reformu tasarısı Adnan Menderes ve arkadaşları tarafından engellendi.

Nasıl mı?

Sonraki yazıya…

----

[1] Bu yazının temel kaynakları Yalçın Küçük’ün, Türkiye Üzerine Tezler adlı kitaplar dizisinin 1. Cildi ile TBMM Tutanakları”dır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER