© Yeni Arayış

Yanılsama ve gerçeklik

Bilinen kuraldır ki nerede teslimiyeti yaygınlaştırmaya çalışanlar varsa orada gerçeği olduğu gibi haykıranlar da olacaktır. Asıl mesele, gerçeğin sesini, “söyledim ve ruhumu kurtardım” bireyselliğinden kurtarıp, toplumsal bir mücadelenin bayrağına dönüştürebilmektir.

Başlık, Christopher Caudwell’in bir kitabının adı.

Caudwell, kitabında, şiirin kaynaklarını inceler. Bunu yaparken, dili ve toplumu inceler. Çünkü şiirsel anlatım dile; dil de, toplumsal bir ürün olduğu için topluma ihtiyaç vardır.

İçinde bulunduğumuz hafta, hilafetin kaldırılması ve Latin harflerinin kabul edildiği Cumhuriyet devrimlerinin yıldönümü. 

Ne güzel demişti Yunus Emre:

“Ben bir aceb ile geldim, kimse halim bilmez benim. 

Ben söylerem ben dinlerem, kimse dilim bilmez benim.”

Selçuklu’da ve Osmanlı’da sarayın dile Farsça ve Arapça’dır. Halkın bilmediği, konuşmadığı bir dili benimsemişti iktidarlar.

Halk ise kendi dilini konuşurdu. Yunus Emre’nin dizelerini Türkçe dile getirmesi, Hacı Bektaş Veli ve halifelerinin yakarış ve ritüellerini Türkçe dillendirmesi bundandır. Ali ŞirNevai’den etkilenen Şah İsmail’in Şah Hatayi mahlasıyla Türkçe nefesler demesi de halk ile saray arasındaki makas aralığını göstermesi açısından dikkate değerdir.

Cumhuriyet, halkın dili ile devletin dilini buluşturmak istedi. Bunu hızlandırmak için Latin harflerini kabul etti. Aradan geçen zamandan sonra bugünkü iktidarın destekçileri, “bir gecede dilimizi unuttuk” eleştirilerini dile getirmeye başladılar. Oysa yaşanan öyle bir süreçti ki Cumhuriyet kurulduğunda, mevcut insan birikimimizin en fazla yüzde onu okuma bilir durumdaydı; yazma bilenlerin sayısıysa daha da düşüktü.

Yani unuttuğumuz dilimiz değildi; bilakis Cumhuriyet, bize, cahilliğimizi hatırlatmıştı. Toplumun cahil kalmasının müsebbipleriyse bugün “dil” ve “Latin Alfabesi” üzerinden Cumhuriyet devrimlerine saldırıyor.

İkinci yüzyılının üçüncü yılına girdiğimiz şu günlerde, Türkiye’yi, “cumhuriyet” kavramıyla başı hoş olmayan bir iktidar yönetiyor. Üstelik bu süreç, neredeyse çeyrek asırdır devam ediyor. Yönetme yeteneğini önemli ölçüde yitirmiş olmasına rağmen iktidarını hala sürdürüyor olması, analize muhtaç bir durumdur.

BUNCA YOKSULLUK VARKEN…

Bunun önemli nedenlerinden biri, toplumsal algıyı yönetme konusunda başvurdukları dezenformasyondur. İktidarı devraldıkları nokta ile getirdikleri nokta arasında olumsuzluklar açısından devasa bir makas aralığı var. 

Buna rağmen iktidardalar.

Nasıl oluyor bu?

Bu sorunun yanıtı bulunmadan bir iktidar değişiminin gerçekleşmesi rastlantılara bağlı olabilir. 

Rastlantılarla tarih yapılmadığı gibi tarih de yazılmaz.

Asgari ücrete bakalım. 

AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden hemen sonra belirlenen 2003 asgari ücreti 226 lira imiş.

Ne demek asgari ücret?

“Bir çalışanın temel ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinde en az düzeyde de olsa karşılayan ücret” demek.

Çok mu düşük?

Adı üstünde, “temel ihtiyaçları en az düzeyde karşılayan ücret”.

Beterin beteri olduğunu anlamak için bugünleri görmek gerekiyormuş.

Aynı yıl, yani 2003 yılı, çeyrek altın, yıla 24 lira ile başlamış; yılı, 28 lira ile tamamlamış. İlk fiyatını değil de son fiyatını dikkate aldığımızda bir asgari ücretli, eline geçen parayla 8 çeyrek altın alabilirmiş.

Bu standart korunsaymış, bugünkü asgari ücretin altın hesabına göre 76 bin lira olması gerekiyormuş.

Olmuş mu? 

Olmamış; asgari ücret, olması gerekenden üç kat daha az olarak gerçekleşmiş bugün.

Peki ya emekli maaşları?

Emekli maaşları da öyle. 2003 başında en düşük emekli maaşı, 332 liraymış. Bununla 10.7 çeyrek altın alınabilirmiş o zamanlar. Bugünün parasıyla yaklaşık 100 bin lira ediyor bu tutar. 

Peki bugünün emekli aylığı ne kadar?

14.469 lira!

O gün en düşük emekli maaşı, asgari ücretin üzerinde seyrederken, bugün asgari ücretin üçte ikisi kadar…

Tarım ve hayvancılığın durumu da içler acısı.

Öğrencilere verilen krediler de öyle…

Asgari ücretliler, emekliler, çiftçiler ve öğrencileri dikkate aldığımızda toplumun önemli kesiminin gündelik hayatını sürdürmekte zorlandığını görüyoruz.

ZİHİNSEL İŞGALE KARŞI GERÇEĞİN SESİ OLABİLMEK

Buna rağmen iktidar, bir oy düşüşü yaşasa da, iktidarını sürdürüyor.   

Nasıl oluyor bu?

İki önemli nedeni var bunun. Birincisi iktidar, referanslarını, Osmanlıdan alıyor ve her başı sıkıştığında, kusuru, Cumhuriyet devrimlerine atıyor. Üstelik bunu iletişimin gücünü kullanarak ve sözcüğün tam anlamıyla algı operasyonu şeklinde gerçekleştiriyor. Cumhuriyet devrimlerinin rahatlattığı toplumsal güçler ise çeşitli nedenlerle o devrime yabancılaşmış olsalar gerek ki “zihinleri kuşatma” operasyonu karşısında sessiz kalmayı tercih ettiklerini biliyoruz. Tıpkı “yetmez ama evet” politikasında olduğu gibi…

İktidarın referansı olan Osmanlı’nın en sık başvurduğu icraat, başı her sıkıştığında, şeyhülislamdan fetva almak değil mi?

Mondros mütarekesi sonrası Anadolu’nun işgaline karşı “Anadolu İhtilalinin Bildirisi” olarak bilinen Amasya Genelgesinden sonra Mustafa Kemal hakkında verilen ölüm emri de bir fetvanın sonucu değil mi?

Aynı günlerde Ankaralı devrimcilerin hazırladığı fetva ise adı geçen fetvayı geçersiz kılmak üzere hazırlanmıştı. 

Her ne kadar dini metinler dayanak gösterilmek istense de demek ki fetvaların asıl görevinin, iktidarı tahkim etmek olduğu anlaşılıyor. 

Ne zamandan beri?

Tam olarak Yavuz’dan beri…

Şah İsmail kitabımda yazmıştım; Yavuz, “hangi din adamı benim istediğimi fetva haline getirirse onu şeyhülislam yaparım” dediğini biliyoruz. Hamza’nın, Yavuz’un istediği fetvayı verdiğini ve böylece dinin, iktidarın ideolojik aygıtlarından birine dönüşme sürecinin de başladığını görüyoruz. 

O gün, bugündür, özellikle de AKP iktidarı, başı her sıkıştıkça kendisine dini referans arıyor. İktidarın gücü sayesinde de o referansı bulmakta güçlük çekmiyor.

ALGI, AYNAYA BENZER; NEREYE TUTULURSA ORAYI GÖSTERİR

İktidarın oy kaybını durduran ikinci önemli neden de toplumu yanılgılar dünyasına taşıyan algı yönetimi konusunda gösterdiği performanstır. Algı yönetiminin en önemli araçları, hiç kuşkusuz medya kuruluşlarıdır. Dördüncü kuvvet olarak tanımlanan medyanın, Cumhuriyet tarihi boyunca geleneğe uygun bir biçimde varlıklarını sürdürebilmişlerdi. AKP iktidarıyla birlikte “yeni yetme” sermaye, medyanın “el değiştirmesine” vesile oldu. Bütün bunların üstüne iktidar tarafından kurulan ve devasa bütçelerle donatılan “İletişim Başkanlığı”nın varlığı da tuz biber ekti.

Bu tarz durumlarda aklıma hep ikinci dünya savaşının son günleri gelir. Sovyet askerleri Berlin kapılarına dayandığı gün dahi, Alman halkının çoğu, Moskova’nın düşmek üzere olduğu yalanına inandırılmıştı. Öyle ki Sovyetlerin Alman topraklarına girdiğine ilişkin bilgileri dillendirenlere hain damgası vuracak denli güçlü bir inanma… 

Ben algıyı aynaya benzetirim; nereye tutarsanız orayı gösterir. İktidar da bunu yapıyor; bazen yaptığı küçük ve önemsiz bir icraata tutup ne kadar önemli iş yaptığını halkın zihnine şırınga ediyor; bazen de muhalefetin yol gösterici reflekslerini dahi ihanet olarak tanımlama derecesine taşıyabiliyor.

Hal böyle olunca insanlar, kendi yaşadıklarına inanmak ile algı pompalayan medya kuruluşlarının oluşturduğu sana alem arasında ikilimde kalıyor. Olgular, çoğu zaman algılara yenik düşüyor ve bu durum iktidarın gücünü tahkim etmeye yarıyor.

Olguları algı yanılsamasının etkisinden kurtarabilmek, örgütlü muhalefetin işi olmalıdır. Küresel güçlerin her türlü manipülasyonundan beslenen iktidarın toplumu yönetme ve yönlendirmesine son verebilmek ve gerçeği bütün çıplaklığıyla halka gösterebilmek için birlikte mücadele şarttır.

Bilinen kuraldır ki nerede teslimiyeti yaygınlaştırmaya çalışanlar varsa orada gerçeği olduğu gibi haykıranlar da olacaktır. Asıl mesele, gerçeğin sesini, “söyledim ve ruhumu kurtardım” bireyselliğinden kurtarıp, toplumsal bir mücadelenin bayrağına dönüştürebilmektir.

Biz buna örgütlülük diyoruz ve aritmetik toplamımıza geometrik bir güç kazandırabilmek için örgütlü olmak gerektiği gerçeği önümüzde duruyor.

O halde iktidarın yaydığı yanılsamalara karşı “bir olalım”, örgütlenelim ve demokratik mücadele yöntemleriyle gerçekliğimiz ile halkı buluşturalım.

Buluşturalım ki cumhuriyetimiz ikinci yüzyılında demokrasi ile taçlanabilsin.

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER