© Yeni Arayış

Türkiye’nin post-Cemaat sorunu

Oysa cemaatçilik, ne Müslümanlık gibi dini ne de Kürtlük gibi etnik bir kimliktir. Dini ve etnik kimliklerin bile terk edilebildiği bir dünyada, cemaatçiliği hayat boyu taşınması gereken bir kimlik gibi sunmak cemaat yönetiminin hakkı değildir.

Eğer eski cemaat mensupları bugünün Türkiye’sinde, 18. yüzyıl Fransa’sındaki Yahudiler kadar vatandaşlık hakkına sahip ise, şu ilke benimsenmelidir: Cemaat, bir grup kimliği olarak Türkiye’de yasaklansa bile, eski mensuplarına birey ve eşit vatandaş olarak tüm hakları verilmelidir.

Avrupa’nın 18., 19. ve 20. yüzyıllardaki en önemli sorunlarından biri Yahudi azınlığın statüsüydü. Bu konunun eşit vatandaşlık ile çözümü tartışmalarının başladığı 1789’da Fransız Senatör Clermont-Tonnerre şöyle demişti: “Yahudilere bir cemaat olarak hiçbir hak tanımamalı, ama birey olarak tüm haklarını vermeliyiz.” Yarım asır sonra Karl Marx da “Yahudi Meselesi Hakkında” başlıklı makalesinde şu soruyu incelemişti: “Almanya'da siyasi olarak kimse özgür değilken, Yahudilerin kendileri için özel bir özgürlük talep etmeleri, bir grup bencilliği değil midir?” Ve argümanını açıklamıştı: “Yahudilerin, Hristiyanların ve diğer dini grupların siyasi özgürleşmesi; devletin Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve genel olarak dinden özgürleşmesi ile mümkündür.”

Siyaset bilimi profesörü Gökhan Bacık on yıl önce kaleme aldığı bir makalede 1821 Yunan İsyanı’ndan bu yana Türk devletinin azınlıklar sorununa kalıcı çözüm bulmakta zorlandığını yazmıştı. Balkanlar ve Orta Doğu toprakları gitti: Ermeniler tehcir, Rumlar mübadele ile Anadolu’dan çıkarıldı; ama Türkiye’nin azınlık sorunu bitmedi.

Bacık, geçtiğimiz günlerde Medyascope’daki köşesinde, devlet ile PKK arasındaki süreç bağlamında “cemaat” konusunu da tartışmaya açtı. Bir siyasi çözümün gerekli olduğunu, bu konuda cemaat yönetimi adım atmaz ise cemaatteki işadamı gibi etkili bireylerin inisiyatif alması gerektiğini ve bu konuda devletin de adım atabileceğini yazdı. Akabinde Ruşen Çakır ile “Devlet Fethullahçılarla Barışır mı?” başlıklı bir video söyleşi de yaptı.

Ben 26 yıldır ABD’de yaşadığım için Türkiye’nin günlük yaşamını doğrudan gözlemleme imkânım yok. Dışarıdan bakıldığında şu tablo görülüyor: Türkiye’de 705 bin kişi Fethullahçı Terör Örgütü üyeliği suçlaması ile soruşturma geçirmiş, bunların 300,000’i tutuklanmış, 125,000’i mahkûm edilmiş. Bu insanların eşleri, çocukları, diğer aile fertleri düşünüldüğünde 1-2 milyon insanın bu sürecin mağduru olduğu görülmektedir. Konunun hem kökeni hem de içeriği siyasidir ve Bacık’ın siyasi çözüm gerekliliği yönündeki görüşü isabetlidir. Peki, ne yapılabilir?

Benim kanaatim, cemaatin yurtdışındaki yöneticilerinin ve onların yönlendirdiği aktivistlerin çözüm adına herhangi bir adım atmayacağı, hatta bu yöndeki girişimlere engel olacakları yönünde. Bacık’a yönelik sosyal medyada yapılan kişisel saldırılar bu tutumun işaretidir. Yedi sene önce ben Cemaat yönetimine --yüzbinlerce insanın mağduriyetinin sona ermesine katkı amacıyla-- kendilerini lağvetmeleri çağrısı yapmıştım. Bu ve benzeri yazılarım nedeniyle Twitter’da çok hakarete uğradım ve yaklaşık 1.500 hesabı engellemek zorunda kaldım.

Cemaat yönetiminin bir adım atmamasının iki nedeni olabilir. Birincisi, Bacık’ın kibarca “vasat adamlar” olarak tanımladığı yöneticiler, ABD ve Avrupa’da kendi eğitim ve mesleki kapasiteleri ile ulaşamayacakları dini, sosyal ve hatta ekonomik bir rant ağı oluşturmuş durumda; bunu kaybetmek istemezler. İkincisi, yıllarca mistik vaatlerle takipçilerini hipnotize eden cemaat yönetimi, bir barış sürecinin bu mistik atmosferi dağıtmasından ve tabanlarına yaşanan acıların hesabını vermek zorunda kalmaktan çekinirler.

Dolayısıyla asıl mesele, devletin cemaatten kopmak isteyen bireylere bir çıkış imkânı sunup sunmayacağıdır. Kabaca bir tahminle, 2014’te cemaat ile teması olan kişi sayısı 1 milyon civarındaysa, bu sayı bugün 100 ila 200 bin seviyelerine gerilemiş olabilir. Ancak bu kadar bir kitlenin içeride kalmasında bile, devletin çıkış yollarını kapatan toptancı yaklaşımının, negatif etkisi büyüktür.

Bu noktada muhalefetin konuya yaklaşımı da önemlidir. Muhalefet, gazete aboneliği, banka hesapları veya sendika üyeliği gibi delillerle terör suçlaması yapılmasına geçmişte itiraz etmedi, bugün de ciddi bir eleştiri getirmiyor. Uzun vadede Türkiye'nin demokratikleşmesi ve hukukun üstünlüğüne dönmesi hedefleniyorsa, mevcut terör suçlaması mekanizmalarının bu amaca hizmet etmediğini muhalefetin fark etmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak, ister Gülen cemaati ister Fethullahçılık deyin, bu grup bugün azınlık statüsüne indirgenmiş ve eşit vatandaşlık çerçevesi dışında değerlendirilir hale gelmiştir. Bu durum, cemaat yöneticileri açısından bir fiyaskodur; çünkü toplumun çoğunluğundan gelen bireyleri ezilen bir azınlık konumuna sürüklemişlerdir. Oysa cemaatçilik, ne Müslümanlık gibi dini ne de Kürtlük gibi etnik bir kimliktir. Dini ve etnik kimliklerin bile terk edilebildiği bir dünyada, cemaatçiliği hayat boyu taşınması gereken bir kimlik gibi sunmak cemaat yönetiminin hakkı değildir. Öte yandan, devletin de Fetullahçılığı ömür boyu taşınacak bir suç gibi kodlaması yanlıştır.

Devlet ve muhalefet açısından bu durumun sürdürülmesinin rasyonel bir gerekçesi görünmemektedir. “Devlet bu durumu sona erdirirse ne kazanır?” sorusunun cevabı açıktır: Aksi takdirde devlet, kendi hukuk sistemine uymayan bir yapıya dönüşür ve devlet olma vasıfları zayıflar. Şayet devlet, 30 yıl önce bir dini sohbete katılmayı terör suçu sayıyorsa, aynı mantıkla 30 yıl önce alınmış diplomaları da iptal edebilir hale gelir.

Eğer eski cemaat mensupları bugünün Türkiye’sinde, 18. yüzyıl Fransa’sındaki Yahudiler kadar vatandaşlık hakkına sahip ise, şu ilke benimsenmelidir: Cemaat, bir grup kimliği olarak Türkiye’de yasaklansa bile, eski mensuplarına birey ve eşit vatandaş olarak tüm hakları verilmelidir.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER