© Yeni Arayış

Tarikatlar ve İktidar

Erdoğan’ın bu yapıları sadece dini cemaatler olarak değil, iktidarını sürdürmenin stratejik araçları olarak kullanması, Türkiye siyasetinde yeni ve tehlikeli bir dönemi başlattı. Bugün dahi bu ilişkiler kopmamış, daha çok simbiyotik bir hal almıştır.

Tarikat ve cemaatlerin devletle organik ilişkiye girmesi Cumhuriyet rejimi için ölümcül bir tehdittir. Kurumsallaşan bu yapılar, iktidardan iktidara pay talep eden, devletten beslenen ve karşılığında üretmeyen kurumlara dönüştü. Devlet desteği olmadan varlıklarını sürdüremez hale gelmişlerdir. Bu durum, gelecekte tüm siyasi iktidarlar için büyük bir baskı ve tehdit unsuru olarak kalacaktır.

Türkiye’nin çok partili siyasi hayatı boyunca sağ partilerin tarikatlar ve cemaatlerle kurduğu ilişkiler, siyasi dengeleri şekillendiren önemli bir unsurdu. Bu dini yapılar, hiçbir zaman seçim sonuçlarını tek başlarına belirleyebilecek kadar büyük bir oy potansiyeline sahip olmadılar. Ancak azınlık psikolojisiyle hareket etmelerinin yanı sıra, bir “azınlık kibri” geliştirdiler ve bu da onları siyasetçiler üzerinde olağanüstü etkili kıldı. Sağ siyasetçilerin bu yapılarla olan flörtü, bu algı ve etkileşimle giderek derinleşti ve güçlendi.

Ancak AK Parti iktidarına kadar bu ilişki, belirli sınırlar içinde kalıyordu. Adnan Menderes’ten Turgut Özal’a, Tansu Çiller’e kadar sağ liderler ve hatta Bülent Ecevit bile tarikat ve cemaatlerle temasta bulunsalar da onları devletin kalbine yerleştirmekten hep kaçındılar. Taleplerini dinlediler, bazılarını karşıladılar, ancak devletin karar alma mekanizmalarına, güvenlik bürokrasisine bu yapıların nüfuz etmesine izin vermediler. Kısacası, bu dini yapılara vatandaşın sesiymiş gibi davranıldı; ancak devletin temel dinamikleri teslim edilmedi.

AK Parti ile bu dengeler kökten değişti. İktidarın kadro eksikliği ve karşılaştığı dirençle baş edebilmek için, AK Parti tarikat ve cemaatlerle stratejik, yapısal bir ortaklığa yöneldi. Devletin tüm kaynakları, kurumları, imkânları bu yapılara açıldı; sadece desteklemekle kalınmadı, bizzat kadrolar ve yetkiler doğrudan bu dini yapılara devredildi.

AK Parti, önceki sağ iktidarların asla cesaret edemediği bir adımı attı: Cemaat kadrolarını devletin kalbine, hatta ülkenin “yatak odası” olarak nitelendirilebilecek dışişleri, içişleri gibi kritik kurumlara yerleştirdi. Bu tablo Türkiye için büyük bir tahribata yol açtı. Fethullah Gülen cemaati, maliyeden emniyete, yargıdan askeriye ve dışişlerine kadar uzanan geniş bir alanı kontrolü altına aldı. Cemaatin devlet kurumlarına sızdırılması, Cumhuriyet’in laik ve modern devlet yapısına ağır darbe vurdu.

Devletin eğitim sisteminden, yargı ve polis kadrolarına kadar her alanda cemaatin etkisi arttı. Yalnızca Fethullahçı yapı değil, Menzil ve İsmailağa Cemaati gibi diğer tarikatlar da devletin farklı kademelerine nüfuz etti. Menzil Tarikatı’nın Sağlık Bakanlığı’nda oluşturduğu etki alanı bunun en açık örneğiydi.

Bu yeni düzen, Osmanlı'da bir devlet ilkesi olan: “Devlete talip olan tarikata, tarikata talip olan devlete talip olamaz.” düzenini de yerle bir etti. Osmanlı bu ilkeyle din-devlet ayrımını yönetmiş, Cumhuriyet’in kuruluşunda da bu geleneğe büyük ölçüde sadık kalınmıştı. Ancak Recep Tayyip Erdoğan İktidarı bu geleneği yıkarak devleti tarikatlarla paylaşır hale geldi.

2013-2015 arasında Erdoğan ile Gülen cemaati arasındaki iktidar kavgası, bu ilişkinin ne kadar kırılgan ve tehlikeli olduğunu gösterdi. Erdoğan, cemaatin devlet içindeki yapılanmasını “son kullanma tarihi” dolmuş bir yapı olarak ilan edip tasfiye etti. Ancak diğer tarikatlarla olan ilişkilerini kesmedi; FETÖ’den boşalan kadrolar, Menzil, İsmailağa Cemaati gibi gruplara teslim edildi. Bu, devlete ve topluma yapısal bir zarar vermeye devam etti.

Bu karanlık tablo karşısında artık sessiz kalmamak, devletin yeniden laik, demokratik ve hukuk temelli temellere oturtulması için mücadele etmek zorundayız. Ya bu yapılar tasfiye edilecek, ya da Cumhuriyet rejimi bu yapılarla birlikte çöküşe sürüklenecektir. Tanrı Türkiye’yi korusun.

Erdoğan’ın bu yapıları sadece dini cemaatler olarak değil, iktidarını sürdürmenin stratejik araçları olarak kullanması, Türkiye siyasetinde yeni ve tehlikeli bir dönemi başlattı. Bugün dahi bu ilişkiler kopmamış, daha çok simbiyotik bir hal almıştır. Zayıflayan AK Parti için tarikatlar ve cemaatler vazgeçilmezdir; iktidarın hem devamı hem de tabanının omurgasıdırlar.

Üstelik tüm bu yapılanlar ne Anayasaya ne de Siyasi Partiler Kanunu’na uygundur. Resmen kanunlar çiğnenmektedir. Bu durum, devletin hukuk temellerine ağır bir darbe vurmakla kalmayıp, demokratik düzenin temel kurallarının hiçe sayılması anlamına gelir.

Son dönemde valilerin Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla tarikat ve cemaat mensuplarını makamlarında ağırlaması ve bu ziyaretlerin sosyal medyada paylaşılması, iktidarın destekçilerine ve tarikat üyelerine açık bir mesajdır:

“Biz size sahip çıkıyoruz, siz de bize bağlı kalın. Biz güçlüyüz, beraber güçlüyüz.”

Bu pratik, tarikatların artık sadece dini değil, siyasi aktörler olduğunu ve devlet ile siyaset arasında simbiyotik bir ilişki kurulduğunu gözler önüne sermektedir.

Bu gerçeklik karşısında şu net biçimde ifade edilmelidir: AK Parti, klasik sağ partilerden farklı olarak, tamamen siyasal İslamcı bir parti kimliğine bürünmüştür. Tarikatlarla kurduğu derin ideolojik ve kurumsal bağlar, devleti dini esaslarla yeniden şekillendirme amacının göstergesidir. Bu nedenle AK Parti çizgisi, geçmişteki sağ partilerden köklü biçimde ayrılır; laiklik ve modern devlet anlayışını bulanıklaştıran, din-devlet ayrımını yok sayan bir zihniyeti temsil eder.

Tarih ışığında bu tablo korkutucudur: Tarikat ve cemaatlerin devletle organik ilişkiye girmesi Cumhuriyet rejimi için ölümcül bir tehdittir. Kurumsallaşan bu yapılar, iktidardan iktidara pay talep eden, devletten beslenen ve karşılığında üretmeyen kurumlara dönüştü. Devlet desteği olmadan varlıklarını sürdüremez hale gelmişlerdir. Bu durum, gelecekte tüm siyasi iktidarlar için büyük bir baskı ve tehdit unsuru olarak kalacaktır.

Türkiye’nin güvenlik ve istihbarat kurumları bu yapıyı yakından takip etmekte, ama siyasi iradenin koruması devam ettiği sürece mücadele etkisiz kalmaktadır. Sonuçta bu yapılar karınca misali devletin tüm kurumlarını sarıp sarmalamakta, kontrolü ellerinde tutmaktadırlar.

Bu karanlık tablo karşısında artık sessiz kalmamak, devletin yeniden laik, demokratik ve hukuk temelli temellere oturtulması için mücadele etmek zorundayız.

Ya bu yapılar tasfiye edilecek, ya da Cumhuriyet rejimi bu yapılarla birlikte çöküşe sürüklenecektir.

Tanrı Türkiye’yi korusun.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER