© Yeni Arayış

Tanınmanın Hapishanesi: Kimlik politikalarının varoluşsal tıkanışı

Özgürlük, tanınma talebini aşabilen özneye aittir. Gerçek özgürlük, başkasının bakışında görünür olmaktan çok, kendi görünmezliğini göze alabilmektir.

Çağdaş kimlik politikaları, pek çok bağlamda özgürleşme vaadiyle yola çıktı; fakat ekseriyetle özneyi kendi suretinde değil, tanınabilir bir surette üretmeye zorladı . Tanınma arzusunun merkezine yerleştiği bu süreçte, temsil artık bir imkân değil; bir yükümlülük hâlini getirildi.. Çünkü tanınmak için önce görünmek, görünmek içinse kendini biçimlendirmek gerekir.

Kimlik, çağdaş dünyada en fazla talep gören fakat en az düşünsel itiraza uğrayan varoluşsal kurgulardan biridir. Nitekim, kimlik, her ne kadar tanınma arzusunun meşru bir ifadesi olarak sunulsa da, aslında bu arzunun içkin bağımlılık ilişkisini görünmez kılan ve öznenin kendilik imkanlarını dışsal onay mekanizmalarına bağlamıştır. Tanınmak isteyen özne, her daim fark edilmek adına kendi özgünlüğünü dış bakışa rehin bırakmış; böylece kimlik, özgürlüğün zemini olmaktan çıkar ve başkasının gözünde yer edinme uğraşına dönüşmüştür. Bu uğraşta özne, hiç bir evrede kendi varlığının tanığı olamamıştır; dolaysıyla kendini sürekli olarak bir başkasının bakışına göre inşa etmeye yöneltmiş; varoluşunu dış bakışın ölçütlerine göre biçimlendirme çabası içinde konumlandırmıştır. Her birey, tanınmak ister: sesinin duyulmasını, adının bilinmesini, yüzünün kaydedilmesini, hikâyesinin kabul görmesini talep eder. Fakat bu tanınma, özgürlüğün değil, başkasının bakışında yer edinme arzusunun ontolojik izdüşümüdür. Görünür olmak, artık var olmaktan çok, gösterilebilir olmak anlamına gelir.

Kimlik, görüldüğümüz yerde değil; görünmek zorunda kaldığımız yerde başlar.Tanınma arzusu, öznenin kendine kapalı kalma hakkından vazgeçmesidir. Kabul görmek isteyen bir varlık, çoktan kendini teslim etmiştir.Tanınma, çoğu zaman özerkliğini unutur, bir başkasına yöneltilmiş sessiz bir onay çağrısının biçimidir. Bu çağrı, özneyi kendilikten kopararak, kendini ancak başkasının tanıklığında geçerli kılmaya çalışan bir varoluş biçimine sürükler. Tanınmak istemek, kendilikle değil, ötekinin tasdikiyle kurulan bir özdeşlik inşasıdır. Bu inşa, baştan itibaren kırılgandır; çünkü kendi üzerine kapanamayan, kendi kaynağını kendinde kuramayan bir varlığın sürekli yeniden dışarıya açılma zorunluluğuna dayanır.Kimlik, tanınma adına başkasının yargısına verilmiş bir otobiyografidir.Tanınmak, yalnızca görünmek değildir; biçimlenmektir. Kimliğin bedeli, kendilikten vazgeçmektir.

Buradaki esas paradoks şuradadır: Tanınmak, öznenin kendi başına gerçekleştirebileceği bir edim olmaktan uzak olmasıdır; daima bir başkasının bakışına, o bakışın üreteceği yankıya ve bu yankının sürekliliğine bağımlılığıdır. Dolayısıyla özne, kendi varoluşunun merkezini ötekinin algısına devrettiği anda, özgürlüğünü de o algının sınırlarına mahkûm etmiş olur.Bu mahkûmiyet, özneyi kendi varoluşsal açıklığından, kendi içe dönük düşünümünden uzaklaştırır ya sa uzaklaştırmıştır. Pekala bu uzaklaştırma da varlığı bir kendilik biçimi olmaktan çıkartayacağı mutlaklık garantisini vermiyor; bir bakıma temsil edilebilir, onaylanabilir, kabul edilebilir bir “görünürlük istenci”ne indirger. Bu bağlamda denilebilir ki her tanınma, kendinden biraz daha uzaklaşmaktır.Özne, görünürlüğünü artırdıkça, iç sesini yitirir.Başkası seni tanıdığında, sen artık kendin olamazsın.Kimlik böylece bir özgürlük değil, bir kapanma olur. Çünkü tanınmak isteyen özne, kendini gösterirken aynı anda kendini sınırlandırır; görünürlüğün bedeli, derinliğin kaybıdır. Bu nedenle tanınma arzusu, başlı başına bir kapanma pratiğidir; kendiliği başkasının diline, imgesine ve yargısına emanet eden bir varoluş devridir. Tanınmak isteyen özne, aslında tanınmadan var olamayacağına inanan, dolayısıyla kendi başlangıcını başkasının bakışında arayan bir bağımlılık yapısı içinde hareket eder. Bu, salt bir psikolojik eğilim değildir; varoluşun yapısal bir tıkanmasıdır.Tanınmak isteyen özne, kendini unutmaya razı olan öznedir.

Hegel’in formülü açıktır: Tanınmak için savaşmak gerekir; ama her tanınma, bir boyun eğmeyi de içerir; yani tanınma kimi kiplerde, bir özgürlük yanılsaması üretir. Böylece özgürlük, artık başkasının tanıklığına ve onayına tabi hale gelir.

Hegel’in (2019) Efendi-Köle Diyalektiği, tanınmanın her zaman bir çatışma ilişkisi üzerinden işlediğini ortaya koyar.. Hegel'in bu düşüncesi öznenin, kendini ancak başkasının bilincinde tanınma yoluyla var kılabilir olduğunu gösterir; ki bu da tanınmayı kaçınılmaz biçimde bir mücadele alanına taşır.Fakat bu tanınma, özneyi özgürleştirmek yerine, ötekine bağlayan bir bağ kurar her seferinde. Özne, kendi kendisinin nedeni olmaktan çıkarır, ötekinin bakışına ihtiyaç duyan bir aynalanmaya dönüştürür. Bu noktada Hegel’in (2019) formülü açıktır: Tanınmak için savaşmak gerekir; ama her tanınma, bir boyun eğmeyi de içerir; yani tanınma kimi kiplerde, bir özgürlük yanılsaması üretir. Böylece özgürlük, artık başkasının tanıklığına ve onayına tabi hale gelir.

Bu diyalektik, tanınmanın yalnızca bir karşılaşma değildir, aynı zamanda bir tahakküm biçimi olduğunu da gösterir... Efendi tanınır çünkü köle onu tanır; fakat tam da bu nedenle, efendinin varlığı kölenin tanıklığına bağımlıdır. Tanınmak, yalnızca görünmek değildir, başkasının bilincine mahkûm olmaktır. Hegel’in (2019) diyalektiği bize şunu öğretir: Özgürlük, başkasının tanımasından doğmaz; tanınma talebini aşabilme kudretinden doğar. Efendi görünürdür ama kendiliğini başkasının gözüyle var eder; köle görünmezdir ama emeğiyle dünyayı dönüştürür. Tanınma, görmenin değil, boyun eğmenin biçimidir. Ve her boyun eğme, özgürlüğün ertelenmiş bir taslağıdır. Bu bağlamda, Hegel'in (2019) diyalektiği, özneleşmenin merkezine bir paradoks yerleştirir: Kendin olmak istiyorsan, önce başkasının sen olmadığını kabul etmen gerekir. Fakat bu kabul, her zaman gecikmiş, eksik ya da yanıltıcıdır. Tanınmak, bir süreklilikten çok, kırılmanın adıdır. Her tanınma bir ödünle kurulur; özne, başkasının gözünde parladığı anda, kendilik ateşinden bir kıvılcımı yitirir

Honneth (2004), Hegelci çizgiyi takip ederek tanınmayı etik bir temel olarak yeniden düşünür. Ona göre sevgi, saygı ve değer görme, bireyin özgüvenini inşa eden asli öğelerdir. Ancak bu üçlü yapı, görünürde olumlu bir çerçeve sunsa da içinde yapısal bir tehlike barındırır: Tanınmanın bu etik sistemi, bireyi sürekli olarak tanıyanın sınırları ve koşulları içinde tutar. Bu bağlamda Honneth’in yaklaşımı, özneyi her daim “başkası tarafından tanınan biri” olarak konumlandırır. Oysa daha radikal bir özgürlük tahayyülü, başkasının tanımasına muhtaç olmadan, kendi varoluşunu tesis edebilme imkânını düşünmeyi gerektirir.Honneth’in (2004) tanınma rejimi, özneyi iyileştirmeye değil, biçimlendirmeye yöneliktir; çünkü tanınma, burada  öz-bilinç ile ilgilenmez, normatif bir çerçevede geçerlilik kazanmak ister. Sevgiyle kabul edilen, saygıyla tanınan, değerle anlam kazanan özne; aslında tanıyanın kategorilerine hapsedilmiş bir figürdür. Bu çerçevede Tanınmak, bir hak değil, bir koşuldur; özne, önce uygun görülmeli, sonra tanınmalıdır.  Honneth’in (2004) etiği, özgürlüğün değil, uygunluk sınavının etikleşmiş biçimidir. Başkası tarafından tanınan özne, kendi sınırlarını başkasının değer yargılarından ödünç alır. Oysa etik, tanınmakla başlamaz; tanınmamayı göze alabilen bir içkinlikten doğar. Özgürlük, görünürlükle değil, görünmezliğe tahammülle ölçülür. Bu nedenle Honneth’in (2004) sistemi, her ne kadar bireyi onarmayı hedeflese de, aslında onu sürekli tanınma talebiyle meşgul eden, başkasıyla kurduğu ilişkiyi bir bağımlılık hâline getiren içkin bir kapanmayı sürdürür. çünkü tanınmak, hak edilmiş bir onur değil, başkasının kapısında bekletilen bir özne olma biçimidir. 

Özgürlük, tanınma talebini aşabilen özneye aittir. Gerçek özgürlük, başkasının bakışında görünür olmaktan çok, kendi görünmezliğini göze alabilmektir (Hegel, 2019). Kimlik politikalarının bizi götürdüğü yer, bir çoğullaşma değil, bir sabitleşme krizi, bir ontolojik kilitlenmedir. Bu nedenle düşünmemiz gereken şey, kimliğimizin ne olduğu değil; kimliğe neden ihtiyaç duyduğumuzdur.

Bu noktada Cioran’ın (2020) yaklaşımını anımsamak gerekir. Ona göre her kimlik, bir kapanmadır. “Her tanınma, kişiliğin mezar taşıdır” der Cioran. Zira onun için özgürlük, bir kimliğe sahip olmakta değil; kimliksizliğe cesaret edebilmekte yatar. Tanınma, özneyi ontolojik olarak çürütür; çünkü tanınan özne artık kendi varlığının değil, başkasının arzusunun nesnesine dönüşür. Cioran’ın düşüncesi dikkatlice okunduğunda, kimliğin varoluşun damarlarını tıkayan bir pıhtı olduğu sezilir. Kimlik, akışın süreksizliğine direnen, sabitleyici bir yapı arzular; böylece varoluşun akışkanlığını donduran bir kapanma üretir.Tanınmak, Cioran için yalnızca bir teslimiyet değidir, aynı zamanda bir biçimsizliğe razı olmaktır: Başkasının tahayyülünde yer bulmak için kendini inkâr etmek. Kendini göstermek isteyen özne, artık kendine değil, görünürlüğüne aittir. Bu çerçevede kimlik bir maske değil, maskeye dönüşmeyi içselleştirmiş bir yokluk hâlidir. Tanınmak, başkasının dilinde donmuş bir kendilik olmaktır. Cioran’ın en radikal maksadı, bu kapanmayı dağıtmaktır: Mesele kendilikten vazgeçmek değil; kendiliği her türlü tanınma ihtiyacından arındırabilmektir. Çünkü özgürlük, tanınmanın kendisinden değil; tanınma ihtiyacının ötesine geçebilmekten doğar. Bu nedenle kimliksizleşme, bir silinme değil; özne olma iddiasını terk edişin metafizik zarafetini taşır. “Her tanınma, kişiliğin mezar taşıdır” der Cioran (2020). Zira adını kaybetmeyi göze alan, varlığın sessizliğinde var olmayı öğrenir.

Çağdaş kimlik politikaları, pek çok bağlamda özgürleşme vaadiyle yola çıktı; fakat ekseriyetle özneyi kendi suretinde değil, tanınabilir bir surette üretmeye zorladı (Taylor, 2018). Tanınma arzusunun merkezine yerleştiği bu süreçte, temsil artık bir imkân değil; bir yükümlülük hâlini getirildi… Çünkü tanınmak için önce görünmek, görünmek içinse kendini biçimlendirmek gerekir. Fakat bu biçimlenme, öznenin içkin akışını dondurur; kimlik sabitlenir, temsil tekrara dönüşür ve varlık, bir jest hâline gelir. B u eksende özne artık kendisi olmaz; kendisini temsil eden bir gösteriye indirgenir. Bu gösteri, içeriği olan bir hakikati taşıdığı söylenemez, başkası için düzenlenmiş bir sahneye dönüşür. Ve her sahne, kaçınılmaz olarak bir izleyici gerektirir.Tam da bu izleyici-odaklı sahne kurgusunun içinde, kimlik politikalarının görünürlüğü kutsaması, görünmezliğin taşıdığı direnci bastıran bir yapıya evrilir (Rancière, 2012). Zira özgürlük, görünürlüğe indirgenen bir varoluş hâli değil; görünmez kalabilme kudretidir. Oysa tanınmanın norm hâline geldiği yerde, özne sürekli olarak kendini meşrulaştırmak zorunda bırakılır ve bu zorunluluk, derin bir ontolojik kapanma üretir. Tanınmak isteyen özne, kendini sunmakla yetinemez; sunulabilir kalmak için kendini durmaksızın yeniden üretmek zorundadır. Bu ise kimliğin kendisinin değil, kimlik performansının tiranlığıdır.

Dolayısıyla özgürlük, tanınma talebini aşabilen özneye aittir. Gerçek özgürlük, başkasının bakışında görünür olmaktan çok, kendi görünmezliğini göze alabilmektir (Hegel, 2019). Kimlik politikalarının bizi götürdüğü yer, bir çoğullaşma değil, bir sabitleşme krizi, bir ontolojik kilitlenmedir. Bu nedenle düşünmemiz gereken şey, kimliğimizin ne olduğu değil; kimliğe neden ihtiyaç duyduğumuzdur. Zira sorun, kimliğin içeriğinde değil; kimliğe duyulan varoluşsal açlıkta yatar. Kimlik, çoğu zaman bir aidiyetin değil, bir yoksunluğun dilidir. Tanınma talebi, bastırılmış bir varlık arzusunun estetikleştirilmiş biçimidir; ama her estetikleştirme, hakikati eritir, onu temsile dönüştürür (Honneth, 2004). Özne tanınmak istediği ölçüde, kendi derinliğini başkasının gözünün sığlığına terk eder. Oysa özgürlük, tanınmanın ötesinde, tanınmamaya rağmen var kalabilmenin etik kudretinde saklıdır. Görünmezliği seçmek, varoluşun mutlak biçimidir; çünkü görünürlük, her zaman bir anlam montajıdır. Bu yüzden sorulması gereken en radikal soru şudur: Varlık, temsil edilmeden de var olabilir mi? Kimlik politikalarının çeperinde değil, o sorunun sessiz merkezinde bu soru yankılanır. Ve orada, tanınmanın gürültüsünü susturabilen özne, belki ilk kez kendine yaklaşabilir.

Kaynakça 

[1]  Hegel, Georg Wilhelm Friedrich. (2019). Tinin Fenomenolojisi. Çev. Aziz Yardımlı. İstanbul: Sentez Yayınları.

[2]  Honneth, Axel. )2004).Tanınma Mücadelesi: Ahlaki Birlikte Yaşamanın Toplumsal Çatışmaları. Çev. Fikret Adaman, Tuncay Birkan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

[3] Cioran, Emil M. (2020). Çürümenin Kitabı. Çev. Haldun Bayrı. İstanbul: Metis Yayınları.

[4] Foucault, Michel. (2002). Bilginin Arkeolojisi. Çev. Veli Uğur. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[4] Butler, Judith. (2008). Kıvrımlı Cinsiyet: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Zeynep Direk. İstanbul: Metis Yayınları.

[5] Taylor, Charles. (2018). Tanıma Politikaları: Çok-Kültürcülüğün Siyaseti. Çev. Ahmet Cevizci. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

[6] Rancière, Jacques. (2012). Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat Rejimi ve Politika. Çev. Aziz Ufuk Kılıç. İstanbul: İletişim Yayınları.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER