Sol, Çağdaşlaşma ve Batılılaşmaya nasıl baktı?
SİYASETEğer Batı “vahşi bir talan ve köle ticareti” sonucunda gelişmişse, bundan, talan ve köleleştirmeye girişmeden kalkınıp kapitalist düzen kurulamaz sonucu çıkmaz mı?
Kısacası, Marksist sol araştırmacılar farklı ve aralarında çelişkili olan toplumsal modeller önermişler, gelişememezliği – ATÜT, diş güçler, Levanten kanatlar, hatta olumsuz bir Batı gibi – kanıtlayamadıkları nedenlerle açıklamaya çalıştılar ve sonunda nedenlerden çok Osmanlılar döneminde yaşanmış geriliği ve yapılan “yanlışları” anlatmışlardır.
Tabii önce “sol” ile ne demek istediğimiz açıklık kazanmalı. Bu terim Türkiye’de kimi zaman “alt ok” anlamında kullanılır: cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, milliyetçilik, devletçilik ve inkılapçılık olarak. Kimi zaman bu ilkelerin bir ikisi vurgulanır. Kimi zaman bu kavramlar çok farklı biçimde yorumlanır. Sonunda “sol kimliği” farklı hatta karşıt görüşleri benimseyenler tarafından kullanılır. Şimdi bir sınırlama ile Marksist soldan söz edilecek. Ancak Marksizm’e göndermede bulunanlar da o kadar çok ve bir o kadar da farklı ki bu konu sonsuz gibidir! Kimileri “devrim” derken, evrimi, başkaları ihtilali ve ayaklanmayı, kimileri bununla “altı okun inkılapçılığını” anlıyor; başkaları sınıf mücadelesi derken emperyalizm karşıtı milli bir mücadeleyi; başkaları “gelişme” derken genel ekonomik zenginleşmeyi anlarken başkaları eşitlikçi bir toplumu... ve varsın yoksul olalım diyerek; kimileri enternasyonalisttir kimileri milli, öncelikleri önemli derecede farklılaşarak!
Bu zorluklara ve çelişkilere karşın, “Marksistler” derken genel bazı özelliklerden söz edilebilir: Bu grup görüşlerini dile getirirken Marksizm’e göndermelerde bulunur. Tabii “göndermelerden” (reference) söz ediyoruz, pratikte Marksizm’e bağlılık ayrı bir şey de olabilir. En kısa bir biçimde özetlenecekse, bu grubun özellikleri şunlar olabilir: Uzun sürede eşitlikçi bir “sosyalist” düzen istenmekte ve öngörülmekte; kapitalist düzenin eleştirisi bu tezlerde egemendir; gelişme ile “kapitalist gelişme” anlaşılmakta çünkü genellikle bir kapitalist aşama sosyalist düzene geçmek için şart sayılıyor; ve nihayet olayların açıklamaları “alt yapıyla”, temelde ekonomik analizlerle yapılması bu grupta daha yaygındır. Şimdi bir iki örnekle ve ister istemez özetleyip biraz da basitleştirerek bu “solun” çağdaşlaşma ve batılılaşma gibi kavramları nasıl ele almış olduğuna bakalım.
1960 ve 1970’li yıllarda “Türkiye neden kalkınamadı” sorunu Marksist sol içinde iki karşıt akım olarak bolca tartışıldı. Sencer Divitçioğlu (1927-2014) ve İdris Küçükömer (1925-1987) gibi araştırmacılar Karl Marks’a göndermelerle Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tezini savundular. Buna göre Osmanlı, Çin, Hindistan gibi ülkelerde, kapitalist gelişmeyi sağlayan “Batı tipi feodalizm” yaşanmadı. Toprak devletin elindeydi, dolayısıyla özel toprak mülkiyeti de oluşmadı. Bunun olumsuz sonucu kapitalizmin de gelişmemesi olmuştur. Bu durumun olumlu yanı “bizim toplumumuzda sömürü olmamıştır, devlet topladığı vergileri yeniden topluma iade etmiştir” tezinde görülür.
Bu tezin ardında yatan temel anlayış, Doğu ile Batı arasında tam bir kopuşun olduğudur. Batı gibi olmak anlamsızlaşmaktadır. Doğu farklı bir temelde var olmuştur, gelişmesi de farklı olacaktır ya da farklı olmalıdır. Sömürünün olmadığı bir toplumda “sınıf mücadelesinin” bir anlamı da kalmamakta. “Devletçilik” hem doğaldır, bir “mirastır bizim topraklarda”, hem de yararlı. Doğu-Batı açısından belki en büyük fark “ahlak” ve insan ilişkileri alanındadır: Batıda sömürü, halk-devlet katında çatışma ve haksızlık egemenken, “bizim toplumda” bunlar yaşanmamıştır; “bizler” bu bağlamda üstün bir konumda sayılmalıyız. Kemal Tahir’in Devlet Ana (1967) romanı bu tezi savunur. İlginç olanı, ATÜT anlayışının, tarihi bir sınıf çatışması olarak algılamış olan Marks’ın çalışmalarına dayandırılmış olmasıdır.
Başka bir Marksist grup bu anlayışa karşı daha ortodoks, yani klasik Marksist yorumunu savunmuştur. Türkiye’de daha yaygın olan bu teze göre Osmanlı ve Türk toplumu da, genel hatlarıyla, dünyada egemen olan Marksist bir gelişme yorumunun içinde yer almıştır ve bunun sonucu olarak da Batı’ya benzemektedir veya benzeyecektir: zaman içinde feodalizm, kapitalizm, sosyalizm aşamalarını yaşayacaktır. Böylesine açıkça ifade edilmemiş olsa da – zaten 1960lı yıllarda böyle laflar sakıncalı ve yasaktı! – bu klasik Marksist görüş Türkiye İşçi Partisi’nde ve örneğin Behice Boran’ın görüşlerinde belirgindi.
Bir örnek olarak seçtiğim Ali Gevgilili 1970 ve 1980 yıllarda ATÜT ile klasik Marksizm arasında bir uzlaşı arar gibidir. 1973 tarihli kitabında şunları okuyoruz: “Türkiye Selçukluları Anadolu’ya, İslam fetih hukuku ile Türk göçebe geleneğinin birleşimi olan mirî (kamusal) toprak düzenini temelli olarak yerleştirmişlerdi... Çiftçiye ancak ekeceği toprak üstünde kullanma hakkı tanınmıştı.., [Bu durum] Türkiye’de feodal anlamda bir sermaye birikiminin gerçekleşmeyişinin de ana etkisidir” (s.24). Osmanlı “devlet bürokrasinin, kendi sosyal konumunu ve ekonomide yaratılan değerden aldığı payı koruma dürtüsü, giderek bütün kapitalistleşme süreciyle çelişir duruma girmiştir... Böylece kapitalizmin tarihsel ve öncüsü ve yaratıcısı olan burjuvazinin bir sınıf olarak ortaya çıkışını önleme çabasına dönmüştür”
Doğu üstünlüğünden Batı üstünlüğüne geçiş” başlığını taşıyan bir sonraki bölümü, okur doğal olarak bu “dış engelleri” öğrenmek merakıyla okuyacaktır, ama herhalde hayal kırıklığı yaşayacaktır. Çünkü bu bölümde bir yanda Batı’nın nasıl geliştiği anlatılırken, öte yanda Osmanlı düzeninin nasıl sakatlıklar sergilediğini okuyacaktır. Yani geri kalmanın “nedenleri” değil, geriliğin kendisi anlatılmaktadır.
Ancak ilerleyen sayfalarda yazar Marksist sınıfsal analizden etnik ve dini açıklamalara kayar gibidir. Kapitalist gelişmelerin başarılı olmaması, ülke içindeki “levantenlere” yorulur. Hatta toplumun bu Osmanlı kesimi “yabancı uyruklu büyük dış ticaret sermayesi” olarak tanımlanır (s. 28). “Dışsal modelin desteklediği burjuvazi, ekonomide ulusal sanayileşmeyi gerçekleştirecek olan kesim değil, dışa bağlı ticaret çıkarlarını en üst düzeye yükseltebilecek nitelikteki genellikle Levanten ve İslam dışı kanatlardır (s. 31). Yani burjuvazinin aynı zamanda ulusal ve Müslüman olası da gelişmenin şartı sayılıyor! “Levanten kanatlar” terimi ile söz konusu burjuvazinin sosyolojik ve hele Marksist sınıfsal tanımının yapılmaması da sağlanmış oluyor. Son tahlilide geri kalmanın nedenleri “dış güçler” (kapitülasyonlar) ve iç sorunlar (Levanten kanatlar) olmuş oluyor. Tabii arka planda da ATÜT...
14 yıl sonra bu gelişmeleri daha ayrıntılı anlattığı kitabında A. Gevgilili o yıllarda çok moda olan – Immanuel Wallerstein’in (1930-2019) popüler kıldığı Merkez-Çevre modelini kullanır ve gelişmelerin “ulusalcı” yanına ağırlık verir.
“Modernleşme kavgası, giderek İslam dışı grupların azınlık ve Levanten kesimlerden Türkiye’nin Türk ve İslam topluluklarına doğru kaymaya başladıkça, bağrında ekonomi politik gerçekliği de Osmanlı düzeninin önüne bütün açıklığıyla koyacaktı. Koymuştur da.” (s. 201)
Bu paragraftan ne kastedildiği pek açık olmasa da, anlaşılan, “politik gerekliğin” “İslam dışı” olan ile “Türk ve İslam” olan topluluklar arasında yaşandığına inanılıyor olmasıdır. Milliyetçilik de iki sayfa sonra gündeme gelecektir. Artık Türkiye’nin kalkınması ya da “çağdaşlaşması” Marksist modelden çok, korumacı gümrükle ve Batı’nın benciliğiyle ilişkilendirildiğini görüyoruz.
“Ulusal ekonomi, son çözümde, kapitalist üretim ilişkileri arasında yer alan bir ara modeldir. Ulusal ekonomi anlayışı açık kapıyı değil; belli bir süre boyunca ve gerekiyorsa devlet zoruyla yaratılacak bir sanayileşmenin, kapalı gümrükler yoluyla ayakta tutulup geliştirilmesini önerir... Çözüm yolu, ne Doğu despotizminin mutlak otoriteci yapısında ne de Batı kapitalizminin sınır tanımaz bencilliğindeydi.” (s. 210).
Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni adlı kitabında ATÜT türü açıklamalara karşı çıkar (s.10). Paul Baran’ın tezlerine dayanarak geliştirdiği görüşüne göre gelişmemişliğin nedenleri farklıdır. Avcıoğlu’na göre ATÜT kanıtlanmış bir teori değildir; Marks’ın ise bu konuda çok sınırlı görüşleri vardır denmektedir. Selçuklular ve Osmanlılar da, farklılıklar sergileseler de Batı’ya benzer tür feodalite yaşamışlardır. (s. 10-12) “Müslüman âleminde bir ‘kapitalist sektör’ vardı. Üstelik bu sektör, Batı Avrupa burjuvazisinin yarattığı dünya pazarının kuruluşundan önce görülen en gelişmiş ve en geniş pazardı ... Osmanlı düzenine, henüz tartışma konusu olan ‘feodal’ etiketini yapıştırmaktan kaçınarak, herkesin üzerinde birleşebileceği, daha geniş bir kavram olan ‘prekapitalist düzen’ diyeceğiz.” (s. 13, 17) Bu niteleme P. Baran’ındır.
Avcıoğlu bu prekapitalist dönemde Osmanlıların Batı tipi bir gelişmeye yönelmeleri için gerekli bütün şartları karşıladıklarını savunur. Ayrı başlıklar altında Türklerin göçebe mirası taşıdıklarının “efsane” olduğunu, ticarette, şehirleşmede, özel sermayenin oluşmasında temel adımların atılmış olduğunu savunur. 17. yüzyıldaki sanayi, bilim ve teknik gelişme anlatılır, “Türkiye 16. yüzyılda Batı’nın gerisinde değil, belki de daha ilerindedir” denmekte (s. 22) ve yazar “Kapitalizme geçebilir miydik?” sorusunu sormaktadır. (s. 17)
Kısacası, 16. yüzyılda bir Batı üstünlüğünden söz etme olanağı yoktur. Osmanlı prekapitalist düzeni içinde de, bu düzenin bozulup çözülerek daha ileri düzene, yani kapitalzme dönüşmesini sağlayacak güçler gelişmekteydi... Türkiye de, Batı ülkeleri toplumları gibi daha yüksek bir uygarlığa, sınaî kapitalizme doğru yol almaktaydı. Eğer bir takım engeller – ki kanımızca dış engellerdir – çıkmasaydı Türkiye sınaî kapitalizm yolunda öncülüğü olsaydı, bugün dahi aydınlarımızda kompleksler yaratan ‘Batılılaşma” özlemi diye bir şey mevcut olmayacak, belki de tam aksine, geride kalan Batılılar, ‘Doğululaşma’ kompleksine tutulacaklardı.” (s. 24)
Belki daha önemlisi çizilen genel kalkınma/gelişememe şemasıdır. Eğer Batı “vahşi bir talan ve köle ticareti” sonucunda gelişmişse, bundan, talan ve köleleştirmeye girişmeden kalkınıp kapitalist düzen kurulamaz sonucu çıkmaz mı? Osmanlının yanlışı ve eksikliği bu aynı talanı ve köleleştirmeyi yapmamış olması mıdır? Alternatiflerimiz bunlar mı? Japonya kimleri talan ederek kalkışmıştır? Talan ve kölelik gerçekten yaşanmıştır, ama kapitalizmin dinamikleri yalnız bunlar mıydı?
“Doğu üstünlüğünden Batı üstünlüğüne geçiş” başlığını taşıyan bir sonraki bölümü, okur doğal olarak bu “dış engelleri” öğrenmek merakıyla okuyacaktır, ama herhalde hayal kırıklığı yaşayacaktır. Çünkü bu bölümde bir yanda Batı’nın nasıl geliştiği anlatılırken, öte yanda Osmanlı düzeninin nasıl sakatlıklar sergilediğini okuyacaktır. Yani geri kalmanın “nedenleri” değil, geriliğin kendisi anlatılmaktadır.
Bu bölüm “Şartlar Batı için elverişliydi” savı ile başlamakta. Bu şartlar ise şunlardı: Batı Atlantik okyanusuna açık olduğundan deniz ticaretine erken başlamış, böylece Afrika ve Asya’ya ulaşılmış, bu kıtalar “barbarca yağma” edilmiş, Amerika’da İnka ve Aztek uygarlıkları yok edilmiş, köle ticaretiyle de zenginleşme sürdürülmüştür. Bir kıyaslama da görüyoruz: “Bu [Batıcı] talan karşısında fetihçi Osmanlı’nın ganimet ve haracı, çok masum ve ufak ölçüde kalmaktadır” denmektedir. Kısacası Batı’nın elverişli şartları olarak bunlar sıralanıyor. Bir de Batı’lı devletlerin bu gelişmeleri destekledikleri de hatırlatılıyor. “İşte tüccar elinde çığ gibi büyüyen bu ticari sermaye, Batı’da, kapitalizmin zaferini sağlayan belirleyici unsur olmuştur” denmektedir. (s. 26-27)
Bu bölümün devamında, bu gelişen Batı’nın karşısında, bütün çabalarına karşın zor durumda kalan Osmanlı düzeni uzun uzun anlatılmaktadır: Devlet katında buhranlar, Batı’nın karşısında yaşanan ticaret açığı, Celali isyanları, merkezi tanımayan derebeyleri. “Her türlü gelişmenin ilk şartı olan can ve mal güvenliği ortadan kalkmıştı.” (s. 36)
Bir sonraki bölüm, artık 19. yüzyıldan söz etmekte ve “emperyalizm” açıklaması ele alınmaktadır. Ülke “ağır hasta bir adam” gibi artık umutsuz bir durumdadır; “kapitalizmin taarruzu karşısındadır”. Batı sermayesi karşısında ülkenin sanayii çökmektedir, sömürgeleşme yaşanmaktadır. Ama bu alan herhalde konumuz dışındadır çünkü konumuz ve problematiğimiz gelişmemiş bir toplumun nasıl sömürüldüğü değildir, toplumun neden sömürüye açık gelişmemiş bir toplum olduğudur.
Marksist sol, “Çağdaşlaşma” ya da “Batılılaşma” ile ilgili çok farklı şeyler savunmuştur. Özetlersek, dikkate değer bazı çelişkiler, tutarsızlıklar ve suskunluklar şunlardır.
1 - Orta Çağlardan veya 19. yüzyıldan söz ederken, özellikle D. Avcıoğlu’nun, Osmanlı Devleti ve Osmanlılar terimleri yerine, Türkiye ve Türkler terimlerini kullanmış olması ilginçtir. Bu anakronistmilliyetçi paradigmanın “geçmişten bugüne süregelen millet” kavramıyla örtüşüyor. Buna ek olarak Osmanlı uyruklu, ülke sakini insanları – tebaanın, yurttaşlarının, vatandaşlarının - dinleri temelinde “yabancı uyruklu”, “Levanten”, “gayri İslam” gibi kavramlarla nitelemesi de aynı doğrultudadır. Yani, sınıf temelli analizden milli ve etnik anlayışa geçiş söz konusudur, sürekli Marks’tan da söz ederek. Bu tür ayrımların Türkiye’nin çağdaşlaşma serüveninde olumsuz etkileri oldukları için ilerde bu konuya yeniden dönülecektir; burada bu tutarsızlığı hatırlatmakla yetiniyorum.
2 – Doğu-Batı eksenindeki kıyaslamalarda duygusallık egemendir. Kimi zaman “bizde Batı’daki sınıfsal sömürü yaşanmadı, düzenimiz adildi” veya “Onlar barbarca yağlamalarda bulunurken, bizim ganimet ve haracımız çok masum ve ufak ölçüde kalmıştır” denmesi, talan ve yağmadan ve yayılmacılıktan söz edilmemesi duygusal yaklaşımlara örneklerdir. Hele Doğu ile Batı arasında hangi yanın daha “kompleksli” olacağı konusu da bilimsel bir çalışmada pek yer almaması gerekirdi. Bu tür söylemler, arka planda ekonomiyi ve siyaseti de aşan duygusal bir gerilimin işaretleri gibidir.
3 – Belki daha önemlisi çizilen genel kalkınma/gelişememe şemasıdır. Eğer Batı “vahşi bir talan ve köle ticareti” sonucunda gelişmişse, bundan, talan ve köleleştirmeye girişmeden kalkınıp kapitalist düzen kurulamaz sonucu çıkmaz mı? Osmanlının yanlışı ve eksikliği bu aynı talanı ve köleleştirmeyi yapmamış olması mıdır? Alternatiflerimiz bunlar mı? Japonya kimleri talan ederek kalkışmıştır? Talan ve kölelik gerçekten yaşanmıştır, ama kapitalizmin dinamikleri yalnız bunlar mıydı?
4 – “Dış engeller Türkiye’nin kalkınmasını engelledi” demekten sonra, Batı’ya kıyasla geri kalan Osmanlı Devleti’nin “sömürülmesi”, yani bir kaçınılmaz sonucu “sebep” olarak göstermek,gelişmeleri anlamama anlamını taşır herhalde. Sömürü geri kalmanın nedeni değil, sonucudur; geri kalmışlığı besliyor olsa da.
5- “16. yüzyılda bir Batı üstünlüğünden söz etme olanağı yoktur” denmektedir. Oysa bu yüzyılda, Osmanlı Devleti topraklarını genişletirken, Batı’da Rönesans başlamıştı, Luther de Reformhareketini. Batı’da Kopernicus, Galileo Galilei, Michelangelo, Shakespeare, Francis Bacon, Machiavelli vardı. Magna Carta sözleşmesi de 16. yüzyıldan üç yüzyıl önce imzalanmıştı. Oysa Avcıoğlu’nun çalışmasında Rönesans’ın ve Reform hareketinin esamisi okunmuyor. Bütün gelişmeler, kültürel gelişmelerden ve keşif ve icatlardan söz etmeden, yalnız ekonomiyle açıklanmakta – ekonomik gelişmelerin kültürel gelişmelerden bağımsız olabileceği varsayılarak.
6- Kısacası, Marksist sol araştırmacılar farklı ve aralarında çelişkili olan toplumsal modeller önermişler, gelişememezliği – ATÜT, diş güçler, Levanten kanatlar, hatta olumsuz bir Batı gibi – kanıtlayamadıkları nedenlerle açıklamaya çalıştılar ve sonunda nedenlerden çok Osmanlılar döneminde yaşanmış geriliği ve yapılan “yanlışları” anlatmışlardır.
İlginizi Çekebilir