Sıfır ilke, sonsuz eyyamcılık…
SİYASETEyyamcılık Türkçeye çok yerleşmiş, çok kullanılan bir ifadedir, asla hakaret anlamı yoktur, bir eleştiridir, benim de bu kelimeyi bu bağlamda kullanmamda da zaten yine asla kimseye hakaret amacı yoktur, sadece kişisel, subjektif bir durum tespitidir.
Umarım, bu son Kürt açılımının kaderi de AB maceramıza, 90. Madde açılımına, İstanbul Sözleşmesi’ne, “Üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü” söyleminin geldiği noktaya benzemez.
Lügatler şöyle tanımlıyorlar eyyamcılığı: Günün gerektirdiği gibi hareket eden, günün şartlarına hemen uyan, dönek (Kubbealtı); Çokluk anlamında kullanılan eyyam kelimesinin gününü gün eden kimse anlamı da vardır. Kelimenin bir diğer anlamı da kendi çıkarı uğruna güçlü olanları ya da baskın olan düşünceyi destekleyen kimsedir (Türk Dil Kurumu).
Eyyamcılık Türkçeye çok yerleşmiş, çok kullanılan bir ifadedir, asla hakaret anlamı yoktur, bir eleştiridir, benim de bu kelimeyi bu bağlamda kullanmamda da zaten yine asla kimseye hakaret amacı yoktur, sadece kişisel, subjektif bir durum tespitidir.
Malum, geride bıraktığımız hafta sonuna PKK’nın temsîli de olsa, çok da önemli buluyorum, silah bırakması konusu egemen oldu, umarım bu sürecin başına bir nedenden ilk açılım sürecinin başına gelenler gelmez, mesele mutlaka vatandaşlık haklarına ilişkin anayasa maddelerine kadar da uzanır, bu süreç başka türlü anlam kazanamaz.
Bu son sürecin başlangıcı nedir kimse çok net bilmiyor, Devlet Bahçeli’nin öncülük yaptığı izlenimi var, hakkını da yemeyelim, şimdilik Erdoğan da taş koymadı sürece ancak siyasi dengeler değişince, siyasi kariyeri öyle gerektirir ise Erdoğan’ın nasıl yeni (!) bir tavır takınacağı hep belirsizdir, geçmiş örneklerle doludur.
Türkiye ile AET arasında 1970’de bir katma protokol imzalandı, bu tarihten AKP’nin tek başına iktidara geldiği 2002 seçimlerine kadar Türkiye’nin önüne AB ile müzakereleri açabilme ve tam üyelik başvurusu yapma olanağı kaç defa geçti ama o dönemin yönetimleri bu şansları hep ellerinin tersiyle ittiler, vebali büyüktür, 2003’de Erdoğan başbakan oldu ve 2004’de AB ile müzakere kararı çıkı, 2005’de de müzakereler fiilen başladı, Erdoğan ve ekibi AB sürecine çok destek verdiler, bizler de bu süreci ve bu süreci yürütenleri destekledik.
Ancak, aradan çok uzun süre geçmedi, Erdoğan, “Kopenhag kriterleri yerine Ankara kriterlerini koyar, yolumuza devam ederiz” dedi maalesef ve bir süre sonra 2004’deki söyleminden, tavrından tamamen vazgeçti, Türkiye de eğik zeminde aşağı kaymaya başladı.
İşin ilginç yanı bu tornistandan da AB’yi sorumlu tuttu, sanki Anayasa Mahkemesi, AİHM kararlarını Anayasanın, AİHS’nin amir hükümlerine rağmen uygulamayan AB idi.
Erdoğan o konjonktürde oy maksimizasyonu için bu tavrı tercih etti, siyasetçi için oy maksimizasyon hedefi meşrudur ama tornistan etmenin de bir sınırı, bir yöntemi olmalı, Erdoğan da en azından bizler için artık güvenilir olmaktan, sanki onun çok umurunda, çıktı; biz önemli değiliz ama dünya da artık, Trump dışında pek güvenmiyor Erdoğan’a.
2004 senesi Türkiye için olumlu anlamda çok önemli bir senedir, AB ile müzakere kararının çıktığı bu senede AKP önderliğinde Anayasanın 90. Maddesine TBMM’de bir son paragraf eklendi ve bu ekle Türkiye’nin usulünce yürürlüğe soktuğu insan haklarına ilişkin uluslararası düzenlemeleri bizim yasaların hukuk normu olarak üzerine çıkardı ve bizler de yine AB ile müzakerelerin açılmasını desteklediğimiz kadar bu 90. Madde düzenlemesini de alkışladık, elimizden geldiği kadar destekledik.
Peki sonra ne oldu?
Bir süre sonra Erdoğan AB konusunda o ilk pozisyonundan “Eeeyyyyy Avrupa Birliği” söylemine döndüğü gibi, Anayasanın 90. Maddesine kendilerinin ilave ettikleri o son paragrafı TAMAMEN görmezden gelmeye başladı, devlet adına çok sıkıntılı bir tavırla AİHM kararları uygulanmıyor, oysa AİHS’nin 46. Maddesinde “İmzacı taraflar AİHM kararlarının uygulanmasını taahhüt ederler” diye yazıyor, bir devletin taahhüdünü yerine getirmemesi nasıl bir şeydir, düzgün bir devlet özleyenler için anlaşılır, kabul edilebilir bir şey değildir.
Erdoğan’ın bu baş döndürücü tornistan hareketlerine sayısız örnekler verebiliriz, ilk aklıma gelenler İstanbul Sözleşmesi, “LGBT bireylerinin temel insan hakları bizden sorulur” dan (ekranlarda arada sırada dönüyor) bugünkü pozisyonuna gelmesi, vs., vs. .
İlk Kürt açılımında da rahmetli Sırrı Süreyya Önder vardı, ikincisinde de çok büyük katkıları oldu ama birincisinde devletle beraber hareket ederken bu nedenden hapse girdi, çıktı, milletvekili, Meclis Başkan vekili oldu ama Meclis’i yönetirken bile yurt dışına çıkış yasağı vardı, ne tuhaf, ne saçma değil mi?
Erdoğan’ın bu serencamını iyi izleyen biri olarak oy maksimizasyon rüzgarları başka yönden eserse bu ikinci açılım sürecinin de kaderi tamamen belirsiz olacaktır diyebilirim.
Türkiye’nin AB tam üyeliği, uluslararası insan hakları kararlarının yasalarımızın üzerinde olması konusu, Kürt meselesine yaklaşım bir insanın, bir politikacının seneler içinde oluşturduğu, içselleştirdiği pozisyonlardır, ilkelere dayanır, bu pozisyonlardan çok küçük, diyelim epsilon (önemsiz ölçüde küçük) kadar sapmalar belki olabilir konjonktür gereği ama 180 derece pozisyon değiştirme anlaşılabilir, kabul edilebilir bir şey değildir, “Sıfır ilke” derken bu 180 derece sapmalardır muradım, “Sonsuz eyyamcılık’ derken de kastım her rüzgara açıklıktır.
Türkiye maalesef Erdoğan’ın bu tavrı nedeniyle AB tam üyelik şansını ya tamamen yitirdi ya da çok çok uzak bir vadeye erteledi, Erdoğan 90. Maddeye kendisinin getirdiği değişikliği kenara atarak da hukuk devletini adeta ortadan kaldırıldı.
Umarım, bu son Kürt açılımının kaderi de AB maceramıza, 90. Madde açılımına, İstanbul Sözleşmesi’ne, “Üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü” söyleminin geldiği noktaya benzemez.
Keşke geçmişte CHP de AB tam üyeliğimize çok daha güçlü destek verseydi, parti programlarına da mesela 90. Madde de değişikliğini koyabilmiş, Anayasanın 66. Maddesini gerçek bir anayasal vatandaşlık maddesine dönüştürmeyi gündemine alabilmiş olsa idi.
İlginizi Çekebilir